29 Aralık 2018 Cumartesi

Sigara ve Zararları

Sigara ve Zararları

Günlük yaşamın alışkanlıkları arasında yer alan, ne var ki aşırı ve sürekli alındığında kaçınılmaz biçimde bağımlılıkla sonuçlanan alkol kullanımı, pek ayırdına varılmasa da kamu sağlığını tehdit eden en sinsi afetlerden biri. Çok yakın bir süre önce alkol kullanımıyla ilgili olarak yayımlanan iki rapor, çoğunca hafife alınan alkol alışkanlığı ve bağımlılığının kamu sağlığında neden olduğu korkunç yıkımı dile getirmektedir. Ciddi Le Monde'un birinci sayfasında manşetten verdiği habere göre, Fransa alkol tüketiminde 1996 rakamlarıyla kişi başına yılda 15.6 litreyle Avrupa şampiyonudur. Aslında 1960'lı yılların sonundan bu yana alkol tüketiminde bir azalma gözlenmektedir. Örneğin 15 yaş üstündeki yetişkinlerde 1980'de yılda 22.3 litre olan saf alkol tüketimi, 1990'da 16.6'ya gerilemiş, ancak Kamu Sağlığı Yüksek Kurulu nun (HCSP) 2000 yılı için 11.3 litre hedefinin bir hayli uzağında kalınmıştır. Fransa'da, toplam olarak, 18 yaşın üstündeki erkeklerin yüzde 15.9'u, kadınların ise yüzde 5.1'i aşırı alkol kullanmaktadır.
Le Monde'un konuyla ilgili başyazısında Fransa'nın alkol tüketimindeki performansını utanç olarak nitelemesi, kuşkusuz, nedensiz değil. Profesör Philippe-Jean Parqet ve Michel Reynaud tarafından kaleme alınan rapor, Fransa gibi bir ileri sanayi ülkesinde bile alkolizmin önlenmesi, bağımlıların teşhisi ve tedavisiyle ilgili olanakların yetersizliğini ortaya koymakta ve bu konuda acilen alınması gereken önlemleri dile getirmektedir.
Sağlık Bakanı Bernard Kouchner kuru uyuşturucu olarak nitelediği alkolü, kamu sağlığının bir numaralı düşmanı saymaktadır. Ancak, ne denli yetersiz de olsa, alkolün toplumsal yaşamdaki yıkımları konusunda giderek artan bir bilinçlenmenin olduğu da söylenebilir. Kamu sağlığı kültürü, toplumda artan biçimde kabul görmektedir. Alkol tüketiminde 60'lı yılların sonundan itibaren gözlenen azalma eğilimi de esasen bunu kanıtlamaktadır.
Bugün Fransa'da alkol tüketimleri tıbbi bakım gerektiren 5 milyon insan mevcuttur. Bunun 2 milyonu alkol bağımlısı dır. Sağlık Bakanlığı'nın yaptığı araştırmaya göre, 1996-1997 yıllarında alkolizm, deklare edilen bir hastalık olarak devlete en az 80 milyar franka mal olmuştur. Bu rakam, Gayri Safi İç Hasıla'nın yüzde 1'ine tekabül etmektedir. Aşırı alkol almaktan her yıl 40 bin kişi hayatını kaybetmektedir. Trafik kazalarının üçte biri, ev kazalarının yüzde 20'si, iş kazalarının yüzde 15'i, aile içi şiddetin yüzde 80'i alkolden kaynaklanmaktadır.
Alkolün toplumsal yaşamdaki yıkımıyla ilgili ikinci rapor kilise tarafından yayımlanmıştır. Fransız Kilisesi'nin sosyal komisyonu nun geçen 12 Mart'ta kamuoyuna açıklanan araştırmasında alkolizm , katı uyuşturucular sınıfına dahil edilmiştir. Çoğunca doğal , dahası sıradan olarak görülen ve hoşgörüyle bakılan alkol uzun süre ve aşırı kullanıldığında esrardan, sayıca ele alındığında eroinden, sonuçları itibarıyla da tütünden çok daha tehlikelidir.
Alkol tüketimi açısından Türkiye'nin durumunun Fransa'dan parlak olduğu söylenemez. Kişi başına yılda ortalama olarak 20.85'le Fransa'nın da önünde sayılması gerekir. Ama daha da tehlikeli olan, Avrupa'da alkol tüketiminin giderek azalmasına karşın Türkiye'de bu tam tersine, büyük bir hızla artmaktadır. Örneğin bizim çaresiz ve güçsüz Yeşilay'ın verilerine göre, 1950'li yıllarda kişi başına tüketilen alkollü içki miktarı 1 litre iken 1998'de 16 litreye çıkmıştır. Araştırmalara göre, Türkiye'de 17 milyon kişi alkol almaktadır. Alkoliklerin sayısı ise 7 milyonun üzerindedir.
Durum, bir başka felaket olan tütünde de farklı değildir. Batı dünyasındaki reklam kısıtlamaları, alınan çeşitli önlemlerle gerileyen sağlığa zararları bilimsel olarak saptanan alkol ve tütün , Sağlık Bakanlığı'nın suskunluğu, uluslararası ticaretin kutsal dokunulmazlığıyla bu konuda meydanın bütünüyle boş olduğu Türkiye'nin üzerine boca edilmiştir. Dünyanın hiçbir ülkesinde kamu sağlığı Türkiye'deki kadar kenara itilmiş değildir.
Alkollü içkileri ve tütünü özendiren tüm araçlar, göstermelik bir-iki kısıtlamaya karşın en geniş biçimiyle kullanılmaktadır. Buna karşılık, giderek artan alkolizm tehlikesiyle ilgili uyarı, teşhis ve tedavi olanakları acınacak ölçüde yetersizdir. Daha da kötüsü, bu konuda devletin umut verici herhangi bir girişimi de ufukta görünmüyor.

PSİKOLOJİK NEDENLER

Alkol bağımlılığının psikodinamik nedenini açıklamaya yönelik kuramlar, aşırı baskıcı üstbenlik ve ruhsal-cinsel gelişimin oral dönemindeki saplanmalar üzerine odaklaşmıştır. Psikoanalitik kurama göre aşırı katı ve baskıcı üstbenlikleri olan kişiler alkolü bilinçdışı gerginliklerini azaltmak için içerler. Bilinen psikoanalitik özdeyişde söylendiği gibi, katı üstbenlik alkol içinde erir. Freud oral döneme saplanmış kişilerin bunaltılarını alkol gibi maddeleri ağız yoluyla alarak azalttıklarını, oral doyum sağladıklarını düşünür. Bir diğer görüşe göre, alkoliklerde oral dönemle ilgili olarak önemli engellenme ve güçlükler nedeniyle, engelleyici anneden babaya doğru bir yönelme sonucu gizil eşcinsellik eğilimlerinin bulunduğudur.
Psikodinamik kuramlar alkol bağımlılarının kişilik özelliklerini incelediklerinde bağımlılığa özgü bir yapıyı tam olarak bulamamışlardır. Ancak genel olarak bağımlı, utangaç, yalnızlığa eğilimli, bunaltısı yoğun, engellenmeye dayanma gücü düşük, ürkek, gergin, eyleme vuruk, aşırı duyarlı ve cinsel dürtülerini bastırmış kişiler olarak tanımlarlar. Ayrıca antisosyal kişilik özelliklerinin alkol bağımlılarında daha sık olduğu bilinmektedir.

DAVRANIŞ BOZUKLUĞU

Davranış bilimciler sürekli alkol almayı öğrenilmiş bozuk bir davranış olarak görürler. Alkol alımının gerginliği azaltan, rahatlatan özellikleri gibi olumlu pekiştirici yanları ilk alkol alımından sonra bu davranışın sürmesine katkıda bulunur. Kişiler sıkıntı ve sorunlarla baş etmede zorlukları olduğunda alkole yönelirler ya da aldıkları alkol miktarını arttırırlar. Ayrıca aile büyükleri ve akrabaların içme alışkanlıkları da kişilerin içme davranışını etkiler.

SOSYOLOJİK NEDENLER

Gelenek ve töreleri ile alkolü onaylamayan toplumlarda alkolizm oranının az olduğu düşünülür. Kimi iş kolları ve çalışma ortamlarında -otel, içkili lokanta, bar, pavyon,yurtlar, gemiler, vb- çalışan kişilerde alkollü içki tüketimi daha yüksektir. Alkolün kolay ve ucuz elde edilebilirliği de önemli başka bir etkendir.

BİYOLOJİK NEDENLER

Alkoliklerde görülen fizyolojik ayrılıkların alkolizmin nedeni mi olduğu, yoksa kötü beslenme, fazla miktarda alkol alımı ve aşırı zorlarla dolu bir yaşam biçiminden mi kaynaklandığı kesin olarak bilinememektedir. Alkolün sinir sisteminde yol açtığı kimyasal değişikliklere dikkat çekilmiş, alkol bağımlılığının gelişiminde ventral tegmental alan, hipotalamus ve nucleus accumbensden geçen dopaminerjik, GABAerjik, noradrenerjik ve serotonerjik yolların etkinliklerinden söz edilmiştir. Alkolün santral sinir sisteminde endojen opioid sistemle etkileştiği, opiyat benzeri maddeler oluşturduğu ve bağımlılığın bunlar aracılığıyla geliştiği düşünülmektedir.
kalıtımsal etkenler: Birincil alkol bağımlılığının oluşumunda kalıtımsal etkenlerin önemi uzun yıllardır vurgulanmaktadır. Alkol bağımlılarının ailelerinde birinci derece yakınlarda bağımlılık oranı 3-4 kat daha yüksektir. İkiz çalışmalarında tek yumurta ikizlerinde bağımlılık oranının çift yumurta ikizlerine ya da ayrı cinsiyetteki kardeşlere oranla daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Yapılan araştırmalarda kişinin alkolizme olan yatkınlığının derecesi birçok gen tarafından belirlenir (poligenetik), bu kalıtımsal etkenlerin çevresel etkenlerle birlikte alkolizme yatkınlığa yol açtığıkanısına varılmıştır.
Alkolizm çoğunlukla genetik yoldan geçen, biyokimyasal bir bozukluktur. Ancak, yüksek dozda ve çok sık alkol tüketimine bağlı olarak geliştirilen alkol bağımlılığı da yoğunlukla görülmektedir. Bunların yanı sıra psikolojik ve sosyal baskılar hastalığı etkinleştirici sebeplerdir. İleri dönemlerde hastalık, vücudun tüm sistemlerine en çok da kardiovaskular sisteme, sinir sistemine ve karaciğere zarar verir. Ne yazık ki, bu üç bölgedeki tahribat ölümcül sonuçlar doğurur.
Alkolizm, bir kişinin devamlı ve kendisine zarar verecek ölçülerde alkollü içecek almasıyla oluşur. Alkol, fiziksel ve psikolojik zararlarının yanısıra sosyal ve ekonomik açıdan da felaketler doğurur. Alkolizm hastalığının en önemli belirtisi, kişinin sürekli ve çok miktarda alkol alarak bunun sonucunda da davranış değişikliği göstermesidir. Sonunda kişi kendisine hakim olamayacak kadar bağımlı hale gelir ve kendini kaybetmeye başlar. Kişi artık alkolsüz yaşayamayacak hale gelmiştir.
Genellikle alkolizmin tanımı tanımlayan kişiye göre değişir. En basit anlamda ve en eski tanımı, kronik ve aşırı alkol alınmasıyla oluşan hastalıktır. Bağımlılığın farmakolojik ve psikolojik tanımı, gittikçe artan dozlarda alkol alma isteğidir. Ancak bu tanım da çok yeterli değildir, çünkü alkolizm diğer bağımlılıklara pek benzememektedir. Afyon bağımlıları, gittikçe artan dozlarda ve sonunda öldürücü miktarda madde ihtiyacı duyarlar, ancak alkoliklerin ihtiyaç duyduğu alkol miktarı tek seferde öldürücü olmamaktadır.
Alkolizmi tanımlamak için en belirgin sinyal kişinin davranış şeklidir. Modern tıp; alkolizmi sebebi bilinmeyen, belirgin anatomik işaretleri olmayan ve alkol bağımlılığıyla ortaya çıkan bir hastalık olarak tanımlar. Ayrıca, hem psikolojik hem de fiziksel tıp, alkolizmin bir başka hastalığın, çoğunlukla da psikolojik bir bozukluğun, semptomu olabileceğini söylemektedirler. Bu anlamda, alkolizm, kronik, ilerleyen bir hastalıktır ya da psikolojik veya fiziksel bir başka hastalığın belirtisidir. Hastalığın özeliği alkol bağımlılığıdır ve her alkol kullanımından sonra kişi kontrolünü kaybeder. Alkolizm hastası, fiziksel ya da psikolojik sıkıntısını gidermek için alkol tüketir ve sonunda alkollü içecek tüketimi hastanın fiziksel, zihinsel, sosyal ve ekonomik hayatını engelleyecek boyutlara ulaşır. Bu noktada, hiç şüphesiz, hastalığın en önemli ipucu kişinin alkol yüzünden hayatının engellenmesidir.
Alkol aldıktan sonra hastanın kontrolünü kaybetmesi, içmeye başladıktan sonra bırakamaması, alkoliğin içmeyi engelleyemediğini göstermektedir. Bir alkolik içmeye başlar, çünkü kendini tutamaz. Alkoliklerin çoğunluğu içtiği zaman kontrolünü kaybeder, ancak tüm hastalıklarda olduğu gibi istisnalar vardır. Bazen bir alkolik, içmeden durabilir, kendi kendine ve çevresine bağımlı olmadığını ispatlamaya çalışır. Bazen daha kontrollü içebilir.
Alkolizmin bir başka tanımı da, kişinin iç dünyasıyla yada çevresiyle ilgili zor durumlardan kurtulmak için edindiği alkol içme bağımlılığıdır. Bu tanım, alkolizmin bir başka psikolojik ya da fiziksel bozukluğun dışa vurumu olabileceği ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Kişi alkol almayı öğrenip bu bağımlılığı edindikten sonra, alkolizm esas hastalık haline gelip, alta yatan esas hastalığı yok etmekte ya da üstünü örtmektedir.
Görüldüğü üzere, alkolizmin oldukça çok tanımı, türü ve sebebi bulunmaktadır. Hekimler hastanın, hangi gruba dahil bir alkolik olduğunu, onun alkol alma sıklığını ve miktarını, davranış biçimini, alkolizminin ortaya çıkışını, gelişimini yaptıkları testlerle, uyguladıkları anketlerle tespit etmekte ve buna uygun bir tedavi şekli uygulamaktadırlar.

18 Mayıs 2018 Cuma

DOSTLUĞUN ÖLÇÜSÜ

Şemsi Tebrizi ve Mevlana Celaleddin Rumi iki büyük dosttur.
Aralarındaki dostluk asırları aşarak günümüze kadar ulaştı. Gerçek dostluğun ne olduğuna dair kıymetli ölçüler verdi. Çeşitli defalar ayrıldılar, kavuştular. Ayrılığın acısını, kavuşmanın sevincini yaşadılar.
Bir gün Şems Tebriz'dedir. 
Bir Yahudi koşarak gelir ve bağırır :
- Müjde ! Mevlana geliyor.
Şems mütebessim. Hemen bütün varını yoğunu yahudiye bağışlar. 
Yahudi gittikten sonra olaya şahid olan birisi Şems'e :
- Bu yahudi seni aldattı. Yolda kimse yok, Mevlana gelmiyor der.
Şems tebessümünü bozmaz ve dostluğun o müthiş ölçüsünü verir :
-Biliyorum. Bu sözün yalanına malımı mülkümü verdim. Doğru olsaydı canımı vermem gerekirdi.

EY PİR! KALK KURTAR

Yunanlılar Bursa'yı işgal ettiğinde "Pir Emir" isimli zatın türbesine bakan türbedar, mezarın başına giderek, bastonu ile sandukaya vurarak :
-Ey pir,Bursa işgal edildi, kalk kurtar! der
O gece rüyasında Pir Emir'i gören türbedara
Emir :
- Be hey gafil, vatanı düşmandan kurtarmak, ölülerin değil, dirilerin hakkıdır der ve okkalı bir tokat atar. Türbedar uyandığında tokatın acısı hala geçmemiştir.

Zengin kimdir?

Zamanın birinde parasıyla övünen "zengin" bir adam, ıssız bir yerde, kör bir kuyuya düşmüş. 
Zıplasa da tırmansa da bir türlü kuyudan çıkamıyormuş. 
Tam tüm ümitlerini yitirmişken oradan geçen bir derviş adamın sesini duymuş. 
Kuşağını sarkıtmış ve adamı kuyudan kurtarmış. 

Zengin sevincinden ne yapacağını şaşırmış:
- Dile benden ne dilersen..... demiş.

Derviş:
- Bir şeye ihtiyacım yok, benim için dua et yeter... demiş.

Zengin inanamamış. 100 altından başlamış teklif etmeye... 1000 altına kadar çıkmış, ama dervişin umurunda bile değilmiş. 

Israr devam edince, derviş paragöz adama sormuş:
- Senin kaç altının var?
- 100.000

Derviş tekrar sormuş:
- 200.000 altının olsun ister misin? 

Adamın gözleri parlamış;
- İsterim tabii.

Derviş hafifçe gülümsemiş:
- Bak... demiş...
Senin daha 100.000 altına ihtiyacın var.
İyisi mi sen altınlarını kendine sakla, gerisini kazanırken önüne bakmayı unutma... 
demiş, gülümseyerek selâmını vermiş, yoluna devam etmiş.

KOLTUK DEĞNEĞİNDEN DÜNYA REKORLARINA

Seneler önce Amerika'nın Kansas eyaletindeki Elkhart kasabasında iki kardeş aynı okulda çalışıyorlardı, işleri ise her sabah binadaki büyük sobaları tutuşturmaktı.

Soğuk bir kış günü, iki kardeş bir sobayı temizleyip içini çalı-çırpı ve odunla doldurdular, iki kardeşten biri, sobanın içindekilere gaz döktü ve ateşledi. Fakat ateşlemeyle birlikte dehşetli bir patlama oldu ve eski okul binası yıkıldı, iki kardeşten büyüğü de bu patlamada hayatını kaybetti. Diğerinin ise ayakları son derece kötü bir şekilde yanmıştı.

Doktor, çocuğun bacağının birinin kesilmesinden başka çare göremedi. Çocuğun ebeveynleri perişan bir halde idiler. Bir çocukları patlamada ölmüş, ikincisi de bir bacağını kaybedecekti. Doktordan, biraz beklemesini istediler. Doktor razı oldu. Anne-baba her gün, doktordan ameliyatı geciktirmesini istiyor ve çocuklarının iyileşmesi İçin Allah'a dua dua yalvarıyorlardı. İki ay böyle geçti; ebeveynler ve doktor hemen her gün çocuğun ayağının kesilip kesilmemesi üzerinde münakaşa ediyorlardı. Bu arada çocuğun ana ve babası, çok geçmeden yürüyeceği inancını da çocuklarına yerleştirmeye çalışıyorlardı.

Çocuğun ayakları kesilmedi, fakat sargılar çözüldüğü zaman, sağ bacağının sol bacağından yedi santim kısa olduğu görüldü. Sol ayağının parmakları hemen hemen tamamen yanmıştı. Fakat çocuk inanılmaz bir şekilde azimli idi. Dayanılmaz acılara rağmen her gün egzersiz yapmaya başladı ve bu arada güçlükle de olsa bir iki adım atabileceğini gördü. Yavaş yavaş iyileşen genç nihayet koltuk değneklerini attı ve hemen hemen normal bir şekilde yürümeye başladı. Ve azimli genç, çok geçmeden koşmaya bile başlamıştı.

Hayata küsmeden sabırla mücadelesinin mükafatını gören genç, Elkhart Lisesinden mezun olmadan önce bir mili {1.609 metre) 4 dakika ve 24.7 saniyede koştu. Bu mesafeyi o güne kadar bütün Amerikan liselerinde ondan daha iyi derece ile kimse koşmamıştı.

Liseden sonra Kansas Üniversitesi'ne devam eden genç, sonraları, bir mil yarışında (4:06.8) ile dünya rekoru kırdı ve

iki yıl sonra, yarım milde bir dünya rekoru daha kırdı (1:49.7). Onun 1938'de kırdığı kapalı salon bir mil rekoru da (4:04.4) uzun seneler hafızalardan silinmedi.

Bir zamanlar yürümeyen bu çelik iradeli çocuk, şimdi çağdaşlarına nasıl koşulacağını öğretiyordu. Kendisinin geliş­tirdiği metot son çeyrek mili âdeta bir sürat koşucusu gibi koşmaktı. Bu çeyrek mili, o zamana kadar kimsenin belki de düşünmediği bir zaman içinde, bir dakikanın altında koşuyordu. Onun bu sitili, bir zamanlar insan kapasitesinin ötesinde görünen bu dereceyi; bir mili dört dakikanın altında koşmayı mümkün kıldı.

Bacağını kaybetmesine ramak kalmışken dünya şampiyonluğuna yükselen ve New York'taki ünlü Madison Square Garden kapalı salonunda "asrın atleti" ilân edilen bu gencin adını mı sormuştunuz? Glenn Cunningham...

31 Ekim 2016 Pazartesi

Nasıl koku alırız?

Duyu organlarımız bize dış dünya ile ilgili bilgileri aktarırlar. Bu bilgilerin yüzde 80'ini gözlerimizle, yüzde 1'ini ise burnumuzla alırız. Ancak nezle veya grip olup burnumuz tıkandığında, koku alamayınca, yediğimiz yemeklerin tadını bile alamayız, dünyadan aldığımız zevk azalır. Eğer burnunuzu parmaklarınızla iki yandan sıkarsanız, bir dilim çiğ patates mi yoksa elma mı yediğinizi söylemekte bile güçlük çekersiniz.

Koku duyumuz anlaşılması en güç olan duyumuzdur. Bellek ve duygularımızla çok ilgilidir. Bir toprak yolda yürürken yağmur kokusu aldığımızda, birden bir çocukluk anımız canlanabilir.

Peki bir koku duyduğumuz zaman ne oluyor? Bu kokuyu diğerlerinin arasından nasıl tanıyoruz? Beynimiz bu farklı uyarıları nasıl algılıyor? Bir kokunun oranı, bir litre havanın içinde bir miligramın milyonda birinden bile küçük olsa onu nasıl ayırt edebiliyor?

Aslında tek bir koklama ile hemen hemen yeterli algılamayı sağlarız. Normal bir insan dakikada 30 litre havayı içine çekip koklayabilir. Ancak belli bir zaman sonra algılama süratle azalır, yani bir kokunun içinde uzun zaman kalırsak artık onu duymamaya başlarız. Kokunun hangi yönden geldiğini ise burun deliklerimize gelişi arasındaki anlık farktan anlarız.

Koku alma kapasitemiz şüphesiz koku kaynağının gücüne de bağlıdır. Havanın bir litresinde 5,83 miligram eter olunca kokuyu ancak hissederiz de 0,000.000.4

miligram sarımsak kokusu bile hemen hissedilebilir. En güçlü koku çürük yumurta kokusudur. Bu kokunun molekülleri havada 100 bin molekül içinde bir tane dahi olsa burnumuz tarafından hemen algılanır. Bir kokunun artıp azaldığını hissedebilmek için, onun hava içindeki oranının en az yüzde 30 değişmesi gerekir.

İnsanlar gün başlarken daha iyi koku alırlarken kahvaltıdan sonra koku hissi azalır. İlkbahar ve yazın ise kışa göre daha kuvvetlidir. Koku alma duyusunu sıcaklık, aç veya tok olma ve alınan ilaçlar da büyük ölçüde etkiler. Kadınlar erkeklerden daha iyi koku alırlar. Bu duyu 60 yaşından sonra azalmaya başlar.

Koku alma duyusu eğitimle arttırılabilir.

Burnumuzun boşlukları içinde, her biri birer metal para büyüklüğünde iki koklama mukozası vardır. Buralarda milyonlarca algılama hücresi bulunur. Bu sinir hücrelerinin tüylü uçları, nefes aldığımız zaman havada bulunan koku veren molekülleri yakalarlar. Aldıkları bilgileri beyin kökündeki koklama soğanına iletirler.

Görüldüğü gibi koklama mekanizması biliniyor da sistem nasıl çalışıyor tam belli değil. Bir görüşe göre her koku molekülü kendine özgü bir frekansta titreşim yapıyor ve burnumuzdaki koku sinirleri bu özel titreşimleri algılıyor. Bu durumda koku seste olduğu gibi dalgalar halinde yayıldığından sinir hücreleri ile moleküller arasında doğrudan bir temas olması da gerekmiyor.

Bir başka görüş ise kokuyu renklere benzetiyor. Nasıl bütün renkler aslında temel renklerden oluşuyorsa, bir kaç kokunun, bütün diğer kokuların temelini oluşturduğu ileri sürülüyor.

Bazı bilim insanları ise her bir kokunun kendisinin başlı başına ayrı bir koku olduğunu, her koku için hücrelerin özel olarak ayrı ayrı görev yaptıklarını, beynin uyarının hangi hücreden geldiğine bakarak karar verdiğini düşünüyorlar.

Bunun ispatlanması için her bir sinir hücresinin ayrı bir koku ile uyarılıp test edilmesi gerekir ki bu da imkansızdır.

Görüldüğü gibi burnumuz ve koku alma hissimizin sırları tam çözülebilmiş değil.

Kokuları burnumuz gibi olağanüstü bir hassasiyetle ve bir saniyeden çok az bir zamanda algılayıp, ayırt edebilecek bir makineyi günümüzün gelişmiş teknolojisi bırakın yapmayı tasarlayamamaktadır bile.

İnsanlar niçin çiklet çiğner?

Antikçağlardan beri Ege kıyılarında yaşayanlar, bu bölgede çok bulunan sakız (mastika) ağacının reçinesini çiğniyor, bunun dişlerin temizlenmesine ve nefes kokularının güzelleşmesine yaradığını biliyorlardı.

Günümüzde çiklet diye bilinen bir tür sakızı ilk çiğneyenler ise Meksika yerlileriydiler. Yerel bir ağacın özünü çıkartıyorlar, bir kapta kaynatıyorlar ve güneşte kurumaya bırakıyorlardı. Sertleşen bu 'chickle' (çikıl) adını verdikleri beyaz özü ise çiğniyorlardı. Kokusu ve lezzeti olmayan bu ilk sakızın günümüz sakızları ile çok bir benzerliği yoktu.

Sakızın hammaddesi ABD'ye ilk olarak Lopez de Sanna adlı bir Meksikalı general tarafından getirildi. Thomas Adam isimli bir müteşebbis bu sakız hammaddesini önce kimyasal yolla ucuz sentetik lastik elde etmek için kullandı.

Bunda başarılı olamayınca sakızı sert şekerleme ile kapladı. Bu şekilde güzel lezzet ve koku da kazandırdığı ilk ticari sakızları minik toplar halinde piyasaya sundu. Daha sonra da ince düzgün plakalar şeklinde satışa çıkardığı sakızlar için yaptığı yoğun tanıtım kampanyası sonunda işler ummadığı kadar iyi gitti. Bu, bilimsel bir başarısızlığın bir başka başarıyı yaratabileceğinin güzel bir örneğiydi.

Bugün dünyada üretilen bütün sakızlarda hemen hemen aynı maddeler kullanılır: Sakızın ana maddesine ilaveten başta şeker olmak üzere tatlandırıcılar ile lezzet ve koku veren katkı maddeleri. Bunların miktarları ve oranları sakızın tipine göre değişir. Örneğin kocaman balon yapılabilen sakızlarda ana madde daha fazladır.

Genellikle toplum içinde sürekli çiklet çiğneyenlerin bu davranışları görgüsüzlük hatta saygısızlık ifadesi olarak kabul edilir. Sakız aleyhtarlarından öğretmenler çocukların sınıfta konsantrasyonunu bozduğunu, anne ve babalar sakızı yutarsa sindirim sisteminin bloke olacağını, doktorlar da aşırı sakız çiğnemenin tükürük bezlerini kurutabileceğini ileri sürerler. Ancak yapılan araştırmalar sonucunda çiklet çiğnemenin diş sağlığı açısından faydalı olduğu tespit edilmiştir.

Ağzımızdaki tükürük salgısı dişlere dayanıklılık sağlayan kalsiyum maddesini temin etmektedir. Çiklet çiğneyen bir insanın ağzı daha fazla tükürük salgıladığından dişlerin dayanıklılığının artmasına neden olmaktadır. Örneğin ballı bir dilim ekmek yenildiğinde ağızda oluşan asit iki saat süre ile etkisini korur. Eğer yedikten sonra çiklet çiğnenmeye başlanırsa, bu asitli ortam 20 dakika gibi kısa bir sürede yok olmaktadır.

Çiklet çiğnerken ağızdaki kasların hareketleri insanın iştahını ve sigara içme arzusunu da frenler, konsantrasyonunu arttırır, gerilimini azaltır, sinir ve kaslarını gevşetir. İşte bu nedenlerle ABD Silahlı Kuvvetlerinde Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren tüm savaşlarda yiyecek ve su ile beraber askerlere çiklet de dağıtılmıştır.

Peki sakızı yuttuğumuzda midemizde yedi yıl kaldığı doğru mudur? Sakız bir gıda maddesi değildir. Bu nedenle midemiz bu tür şeyleri sindiremez ama bu onların midemizde devamlı olarak kalacakları anlamına gelmez. Sindirilemeseler bile midenin asit yoğunluklu sıvı ortamından diğer sindirilemeyen şeylerle birlikte, bağırsaklar yoluyla vücudu terk ederler.

Devekuşları niçin başlarını kuma gömerler?

Bu inanç ve görüşün nereden kaynaklandığı bilinmiyor. Güya devekuşu başını

kuma gömünce düşmanlarını ve gelecek tehlikeyi görmez, onun için de rahatlarmış. Güney Afrika'da 80 sene boyunca yapılan gözlemlerde böyle bir olay görülmemiştir. Hiçbir devekuşu kafasını kuma gömmeye teşebbüs etmemiştir.

Zaten bunu yaparlarsa boğulacakları da kesin.

Her ne kadar beyinleri gözlerinden küçük olsa da, kuş dünyasının en akıllılarından olmasalar da, devekuşları kendilerini gizlemek için başlarım kuma gömecek kadar da aptal değillerdir. Bu görüntünün asıl nedeni devekuşu yavrularının yırtıcı hayvanların saldırılarına karşı açık ve korumasız olmalarıdır. Onlar yetişkin devekuşları gibi hızlı koşup kaçamazlar. Bir tehlikeyi sezdiklerinde aniden kendilerini bulundukları yere bırakarak, hareketsiz kalıp çevreye uyum sağlayarak düşmanlarının dikkatlerinden kaçtıklarını ümit ederler.

Anne devekuşları bazen bütün vücutlarını, kanatlarını da açarak toprak üzerine yatırırlar ve yavrularını güneşin kavurucu etkisinden korumaya çalışırlar.

Ayrıca devekuşlarının dinlenirken boyun kaslarını rahatlatmak için veya çok sık olmasa da uyurken bazen bu pozisyonu aldıkları biliniyor. Hatta bir görüşe göre, bu pozisyonda kafalarını yere dayayıp düşmanlarının ayak seslerini dinledikleri de ileri sürülüyor.

Daha yumurtadan çıkar çıkmaz erişkin bir tavuk büyüklüğünde olan devekuşu yavrularının uzun boyunları genellikle bej rengindedir ve üzerlerinde siyah çizgiler vardır. Bu renklerle otların renkleri ve gölgeleri karışarak iyi bir kamuflaj imkanı sağlar. Bu durumda otların aralarına başlarını soktuklarında vücutları görünürken boyun ve baş kısımları görülmez. Görülmeyen başın kurna gömülmüş gibi insanlar tarafından algılanmasının nedenlerinden biri de bu olabilir.

Bu tip uçamayan büyük kuşların başlarını kuma gömme gibi aptalca bir savunma sistemine zaten ihtiyaçları yoktur. İşitme ve görme duyuları son derecede iyidir. Boylarının da avantajı ile çevreyi çok iyi gözleyebilirler. Düşmanı diğer av adaylarından önce sezebilirler.

3 metrelik boylarına ve 100 - 150 kilogramlık ağırlıklarına rağmen saatte 50 kilometre hızla koşabilirler. Köşeye sıkıştıklarında ise kolay teslim olmazlar. Çok seri ve kuvvetli tekme atabilirler, uzun boyunları sayesinde düşmanı yaklaştırmadan mücadele edebilirler.

30 Ekim 2016 Pazar

ESHÂB-I KİRÂM KİMDİR ?

Peygamber efendimizi hayatta iken ve peygamber olarak bir ân gören, eğer âmâ ise bir ân konuşan mü'mine "Sahâbî" denir. Birkaç tânesine “Eshâb” veya “Sahâbe” denir. Hürmet olarak Eshâb-ı kirâm denir. Peygamberimizi, kâfir iken görüp de, Resûlullahın vefâtından sonra îmâna gelen veya Müslüman iken, sonra mürted olan ya’nî Müslümanlıktan çıkan sahâbî olamaz. Zaten Peygamber efendimiz, Eshâbından hiçbirinin sonradan kâfir olmayacağını , ya'nî Müslümanlıktan çıkmayacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber verdi.

Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâmı üçe ayırmıştır:

1. Muhâcirler: Mekke şehri alınmadan önce, Mekke’den veya başka yerlerden, vatanlarını, yakınlarını terk ederek, Medîne şehrine hicret edenlerdir.

2. Ensâr: Peygamber efendimize ve Muhâcirlere her türlü yardımda ve fedâkârlıkta bulunacaklarına söz veren Medîne şehrinde veya bu şehre yakın yerlerde bulunan Müslümanlardır.

3. Diğer Eshâb-ı kirâm: Mekke şehri alındığı zaman ve daha sonra Mekke’de veya başka yerlerde îmâna gelenlerdir.

Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Resûlullahın dört halîfesidir. Bunlardan sonra en üstünleri Cennet ile müjdelenmiş olan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Talhâ, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’dir.

Eshâb-ı kirâmın adedi: Mekke'nin fethinde on bin, Tebük Gazâsında yetmiş bin, Vedâ Haccında doksan bin ve Resûlullah efendimiz vefât ettiği zaman yeryüzünde yüz yirmi dört binden fazla sahâbî vardı. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmdan râzı olduğunu, onları sevdiğini Kur'ân-ı kerîmde bildiriyor, ve meâlen:

- Allah onlardan râzı, onlar da Allahtan râzıdır, ve:

- Hepsine hüsnâyı, Cenneti va'dettik, buyuruluyor. Allahü teâlânın sıfatları ebedîdir, sonsuzdur. Bu bakımdan Eshâb-ı kirâmdan râzı olması da sonsuzdur.Bunun için bu mübârek insanlardan bahsederken sıradan bir insandan bahseder gibi konuşmamalıdır. Her zaman edebli, terbiyeli olmalıdır.

Peygamber efendimizi sevenin, O'nun Ehl-i beytini ve Eshâbını, ya'nî arkadaşlarını da sevmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:

- Sırât köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok sevenlerdir.

- Eshâbıma dil uzatmakta, Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyetlerinize hedef tutmayınız! Nefsinize uyup, kin bağlamayınız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onları sevmiyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyet edenler, onları gücendirenler, Allahü teâlâya eziyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhezesi, ibret cezâsı gecikmez, verilir.

- Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların la'neti, Eshâbıma kötü söz söyliyenin, üzerine olsun! Kıyâmette Allahü teâlâ, böyle kimselerin farzlarını da, nâfile ibâdetlerini de kabûl etmez!

- Kıyâmette, insanların hepsinin kurtulma ümidi vardır. Eshâbıma söğenler bunlardan müstesnâdır. Onlara Kıyâmet halkı da la'net eder.

Eshâb-ı kirâm, seçilmiş insanlardı. Üstünlükleri diğer ümmetlerden çok fazlaydı. Meselâ, Hz. Ebû Bekir, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü idi. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:

- Allahü teâlâ, beni bütün insanlar arasından ayırıp seçti. Bana eshâb ve akrabâ olarak en iyi insanları seçti. Bunlardan sonra, birçok kimse gelir ki, eshâbıma ve akrabâma dil uzatırlar. Onlara yakışmıyan iftirâlar söyliyerek, kötülemeye uğraşırlar. Böyle kimselerle oturmayınız! Birlikte yiyip içmeyiniz! Bunlardan kız alıp vermeyiniz.

Eshâb-ı kirâmın her birinin ismini hürmetle, saygı ile söylemelidir. Birinin adı söylenince “radıyallahü anh= Allah ondan râzı olsun” denir. İkisi için “radıyallahü anhümâ= Allahü teâlâ o ikisinden râzı olsun” Birkaçı veya hepsi söylenince “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn” veya kısaca “radıyallahü anhüm= Allah onların hepsinden râzı olsun” denir.

Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası,

1954 yılında Anayasanın 135. maddesi ve 6235 sayılı Türk Mühendis Mimar Odaları Birliği Yasası ile kurulmuş olup, “Mesleğin genel çıkarlara uygun olarak gelişmesini sağlamak; meslek disiplini ve ahlakını korumak; kamunun ve ülkenin çıkarlarının korunmasında, tarımsal ve sınaî üretimin arttırılmasında ülkenin sanatsal ve teknik kalkınmasında gerekli gördüğü girişim ve etkinliklerde
bulunmak” görev ve sorumluluğu ile çalışmaktadır.

Anayasadan ve üyelerinden aldığı güç, mesleki-demokratik kitle örgütü olmanın bilinci, yarım yüzyılı aşkın geçmişinin verdiği deneyim ile kamu kurumu niteliğinde bir meslek kuruluşu olarak, emekten, halktan ve toplumdan yana çalışmalarını sürdürmektedir.

Ülkenin bağımsızlığı ve özgürlüğünü savunmakta ve ekonomik çıkarlar uğruna ülke topraklarının küresel güçlere satılmasına karşı çıkmaktadır.

Harita ve Kadastro Mühendisliği (Jeodezi ve Fotogrametri Mühendisliği),

Yer yuvarının geometrisinin belirlenmesi ve yer yuvarının üzerinde bulunan tüm objelerin birbirleriyle olan geometrik, sayısal, anlamsal ilişkilerin kurulması ve bu bilgilerin ilgili diğer mühendislik ve sosyal bilimler alanlarına sunulması işlerini yüklenen bir bilim dalıdır.

Çizgisel ve sayısal harita yapımı, kadastro ve mülkiyet uygulamaları, kentsel, kırsal arazi ve arsa düzenlemeleri, kamulaştırma projeleri, taşınmaz değerlemesi, içme suyu ve kanalizasyon projeleri, coğrafi-kent bilgi sistemleri, her türlü projelerin araziye uygulama işleri (aplikasyon) gibi konularda hizmet üreten temel mühendislik disiplini olup, anılan hizmetler; ilgili yasa ve yönetmelikler gereği çalışma alanlarını oluşturmaktadır.

27 Ekim 2016 Perşembe

Mülkiyet Şekline Göre Araziler

Mülkiyet Şekline Göre Araziler

·         Şahıs arazileri: Tapulu, şahısların mülkiyetindedir. Kullanım hakkı şahısların istediği şekilde olur.
·         Hazine arazileri ( Devlet Arazileri ) :Devletin malı olup, kamu yararına kullanılır. Bazı hallerde şahıslar zilyetlik veya işgal yolu ile hazine arazilerini kullanabilirler. Zamanla zilyet hakkı kazanabilirler.
Örnek: Şahıslar hazine arazisi olan orman, makilik bölge veya açık arazileri tarıma veya yerleşime açabilirler.
-          Zilyetlik Hakkı; kullanımdan doğan hak anlamındadır.
-          Oluşumuna göre Araziler
·         Tarım arazileri
·         Taşlık ve kayalıklar
·         Ormanlar
·         Makiler, fundalıklar
·         Bataklıklar
·         Çöller ( Kumullar )
Tarım arazileri cinslerine göre dört bölümde incelenir.
·         Sulak arazi: Pirinç, şeker kamışı, vs. yetiştirilen arazidir.
·         Taban arazi: Sebze, meyve ve endüstri bitkileri yetiştirilen arazidir.
·         Kıraç arazi: Tahıl ve bakliyatlar yetiştirilir.
·         Kumlu arazi: Karpuz, kavun ve patates ekimine elverişli olan arazilerdir.
Beyan dönemlerinde komisyon tarafından araziler özelliklerine göre bulundukları bölgeye ve mevkiine göre metrekare beyan değeri tespit edilir. Bu değerlere göre beyan hesaplamaları yapılır. Tarım arazileri bulundukları bölge ve mevkiine göre kısıtlamaya tabi olabilirler, bu tür yerler vergiden muaf yerlerdir.
Köylerde bulunan bina, arsa ve araziler köy beyan defterine kaydedilir. Bölge ve mevkisine göre vergiden muaftırlar. 

Emlak Çeşitleri

Yapılar: Yapıldığı madde ne olursa olsun, gerek karada, gerek su üzerindeki sabit inşaatın hepsini kapsar. Bu Kanun'un uygulanmasında Vergi Usul Kanununda yazılı binayı tamamlayan şeyler bina ile birlikte nazara alınır. Yüzer havuzlar, sair yüzer yapılar, çadırlar ve nakil vasıtalarına takılıp çekilebilen seyyar evler ve benzerleri bina sayılmaz. Diğer taraftan karada, suda, yeraltı ve yerüstünde daima veya geçici,  resmi veya özel bütün inşaatlar ile bunların ilave,  değişikliliği ve tamirlerini içeren sabit veya hareketli tesislerdir.
Bir binanın yapılması için belediye ve valilikten ruhsat alınması zorunludur. Yapı kavramı içerisinde her türlü bina girer. Bu binalar iki sınıfa ayrılır.

Kullanım amaçlarına göre

·         Konut: Daire, villa yalı, köşk vb. iş merkezleri: daire, mağaza, villa komple bina, komple han, otel, fabrika, depo, plaza, vs.
·         Hizmet binaları: hasta hane, okul, liman, tiyatro, sinema, camiler,  kiliseler, vs.
·         Sanat yapıları: Köprüler, viyadükler, barajlar, kanalizasyonlar, yollar, çiftlik ve ahır binaları v.s

Yapılış şekillerine göre

·         Ahşap yapılar: Temel ve arsa bodrum duvarları ile döşemeleri ahşap iskeletli olan binalardır.  Ahşap iskeletli olan binalardır. Ahşap karkas binalar, bodrum katı sayılmamak üzere en fazla iki katlı yapılabilir. Ve katların yüksekliği en fazla 3 metre olmalıdır.
Bitişik nizam yapılmazlar yangın önemi açısından bu binalar arsa sınırından en az 5 metre uzaklıkta olmalıdır.
·         Kagir yapılar (yığma yapılar): Karkas yani iskeleti olmayan ve betonarme olan yapılar denir. Yığma yapıların, duvarlarında olanaklar elverdiğince yatay ve düşey donatı yani çelik takviye kullanılması önerilir.  Yığma yapılar birinci derece deprem bölgelerinde
en fazla iki katlı, iki ve üçüncü derece deprem bölgelerinde en fazla üç katlı, dördüncü derece deprem bölgesinde ise en fazla 4 katlı yapılabilir. Kat yüksekliği en fazla 3 metredir yığma binaların en bariz belirtisi zemin katlarında duvar kalınlıklarının en az 35- 50 cm. olmasıdır.
·         Betonarme yapılar: Beton ve çelikte yapılar. Beton gevrek bir malzemedir. Buna karşılık çelik sünek bir malzeme olup basınç ve çekme mukavemeti aynıdır. Bu şartı çeliğin birlikte çalışması ve çeliğin betondan sıyrılması sonucu hasıl olan yaklaşık 28-35 kg
/cm2 civarındaki adres gerilmelerini sağlar. İşte betonarme inşaatın gelişmesinin en önemli nedenlerden biri bu adres gerilmelidir. Diğer bir neden, beton ve çeliğin sıcaklığını artması halinde aynı miktarda genleşirler ve tehlikeli içsel gerilmeler meydana gelmez ayrıca beton çeliğin paslanmasını önler. Bunun yüksek yapıların taş ve çelik 1,5-2,00 cm ( temellerde 5 cm.) sarması gerekir. Çok ekonomiktir. Betonarmenin çelik ve ahşaptaki gibi bakım masrafları da yoktur betonun ısıyı az iletmesi nedeni ile yangına en dayanıklı yapılardır.
·         Çelik yapılar: Taşıyıcı sistemi çelik olan yapılardır. Döşemeler elemanları kullanılır. Yerine örme duvar da olabilir. Çatı donanımı elden geldiğince hafif olmalıdır. Depreme karşı çok dayanıklıdır.
·         Uzay Yapılar: Uzay incelemeleri için uzay boşluğunda tamamen metalden yapılan platformlardır. Basınçtan veya basınçsızlıktan etkilenmezler gönümüzde bunların çoğalacağı görülmektedir.
·         Kerpiç yapılar: Saman ve toprak karışımından yapılan yapılardır. Kerpiçten yığma tipi ev yapılabilir.
·         Prefabrik yapılar: Daha önceden hazırlanmış panoların temeli yapılmış taban üzerine yerleştirilmesi ile yapılan yapılardır. Bunlar hafif binalardır. Günümüzde yaygınlaşmıştır.  Maliyeti daha düşük olup, dayanma süresi daha kısadır.
Arsa: Üzerinde yapı kurulmak üzere ayrılmış yer; yasaya göre, belediye sınırları içinde bulunup belediye tarafından parsellenmiş arazidir, İmar planı ile değişikliğe uğramış gerekli parçalara ayrılmış, üzerine yapı yapılabilen alanlardır.
Bağ: Üzüm yetiştirilen toprak parçasıdır.
Bahçe: Çiçek, sebze ve ağaç yetiştirilen yerlerdir.
Ön Bahçe: Parsel ön cephe hattı ile yapı cephe hattı arasında kalan bölümüdür.  Birden fazla yola cephesi olan parsellerde, yapı ile yol arasında kalan parsel bölümleri de ön bahçe tanımına girer.
Arka Bahçe: Parsel arka cephe hattı ile yapı arka cephe hattı arasında kalan parsel bölümüdür.
Yan Bahçe: Komşu parsel sınırı ile yapı yan cephe hatları arasında kalan ön ve arka bahçeler dışındaki parsel bölümleridir.
Tarla: Tarım yapılan toprak parçasıdır.
Otlak, Mera: Köyün ortak malı olup ortak kullanım alanıdır. Özel kullanım yapılamayacağı gibi parsellenemez, satılamaz yerleşime açılamaz.
Arazi: Araziler, İmar planları dışında ekilip biçilen alanlardır. Diğer bir ifade ile yerleşim alanları ve yapılmış yollar dışında kalan toprak parçalarına arazi denir.