Yanni Birahanesi 19. yüzyıl sonlarında Beyoğlu'nda hizmete giren, 20. yüzyılın başlarında büyük ilgi gören birahane. Yanni Cacavopoulos birahaneyi 1878 yılında, Gönül Sokak'ta (eski adıyla Timoni Sokak) açtı. Sonra İstiklal Caddesi (Grande Rue de Pera) üzerinde, Balyoz Sokak'ın (Venedik Sokağı) biraz ilerisine taşıdı. Yanni Birahanesi'nin küçük ağaçlar ve çiçeklerle örtülü bir de bahçesi bulunuyordu. Görkemli bir kapıyla ayrılan iki ayrı salona sahip olan iç mekân, yine çiçeklerle donanmıştı. Salonların üstleri camdı. Ünlü Salvatore birasının yanında, Spatten, Dreher ve Nektar biraları da servis edilirdi. Ulunay'ın tabiriyle "sefahat yeri değil, nefaset yeri"ydi. Şatobriyanın yanı sıra, parmezan ve grövyer peyniriyle hazırlanan sütlü makarnasıyla müşterileri avlardı. Pera halkının keyif yaşadığı bu yere Yanni dendiği gibi, Viyana Birahanesi tabiri de kullanılıyordu. 1906'da İvrakis Taxiarchis devraldıysa da, adını değiştirmedi.
Behzat Üsdiken Pera'dan Beyoğlu'na 1840-1955 / Refi' Cevad Ulunay "Başlıksız Yazı", Milliyet, 1 Eylül 1967
PAYLAŞMAK ÖZGÜRLÜKTÜR
29 Eylül 2016 Perşembe
Gönül Yazar: "Bunun neresi müstehcen, ninem bile söylüyor".
Yazar, Gönül (1932) Türk sanat müziği yorumcusu, sinema oyuncusu; Taş Bebek. Doğduğu kent İzmir'de bir ses yarışmasında birinci geldi. Şarkıcı ve gazinocu Necdet Yazar'la evlenerek musiki çevrelerine girdi, İzmir ve Ankara radyolarında söyledi, İstanbul sahnelerine, Yeşilçam'a transfer oldu. 1950'lerden başlayarak çalkantılı aşk hayatı, dekolte pozları ve cesur beyanatlarıyla her zaman gündemde kaldı, sevildi. Müstehcen bulunarak yasaklanan Halimem şarkısını mahkemede keyifle savundu: "Bunun neresi müstehcen, ninem bile söylüyor." Gündelik hayatında olduğu kadar, şarkılarında da kalendermeşrepti:
Mevsimler geçiyor istemesek de
Ömürler bitiyor bitme desek de
Bilmeden sona yaklaşıyoruz
İçsek de yolcuyuz hiç içmesek de
Gönül Yazar, herkese parmak ısırtan geniş repertuarına rağmen, tıpkı Nesrin Sipahi gibi, pop aranjmanları da okuyan bir alaturka şarkıcısı olarak tanındı. Alaturka gazinolar kadar alafranga kulüplerde de sahneyi salladı, müşterilerin kaldırdığı kadehlere sahneden eşlik etti.
OGAN GÜNER
Mevsimler geçiyor istemesek de
Ömürler bitiyor bitme desek de
Bilmeden sona yaklaşıyoruz
İçsek de yolcuyuz hiç içmesek de
Gönül Yazar, herkese parmak ısırtan geniş repertuarına rağmen, tıpkı Nesrin Sipahi gibi, pop aranjmanları da okuyan bir alaturka şarkıcısı olarak tanındı. Alaturka gazinolar kadar alafranga kulüplerde de sahneyi salladı, müşterilerin kaldırdığı kadehlere sahneden eşlik etti.
OGAN GÜNER
Yedikule Safa Meyhanesi
Yedikule Suriçi'nin güneybatısında yer alan tarihi İstanbul semti. Bölge, Samatya'ya kadar daha çok Ermeni, Yahudi ve az sayıda Rumun işlettiği meyhaneler ile bilinirdi. Osmanlı döneminde semtin sur dışındaki kesiminde bulunan mezbahalarda küçükbaş hayvan kesildiğinden, meyhanelerde çokça et bulunurdu.
Mehmet Tevfik'in meyhane listesine buradan Mağara adlı gizemli meyhane girmiştir. Marul Palas ismiyle de alınan Havuzlu Meyhane semtin tarihe karışmış bir diğer önemli meyhanesiydi.
Yakınlarında bulunan Langa bostanlarından ve Kumkapı balıkçılarından faydalanan mekânlarının mutfakları da zengindi. Anılması gereken bir diğer meyhane ise, yazarlarımızdan Yedikuleli Takuhi Tovmasyan'ın dedesi tarafından 20. yüzyılın ilk yarısında, Kalekapısı'nda işletilen Ğazaros Efendi'nin cermakçurhanesidir.
Tarihi binasında 1890'lardan beri hizmet veren, 1948'de merhum Süleyman Kızıltay tarafından devralınan ve şimdi oğlu tarafından işletilen Safa Meyhanesi, Yedikule'nin geçmişten yadigâr kalan tek meyhanesidir.
TAN MORGÜL
Mehmet Tevfik'in meyhane listesine buradan Mağara adlı gizemli meyhane girmiştir. Marul Palas ismiyle de alınan Havuzlu Meyhane semtin tarihe karışmış bir diğer önemli meyhanesiydi.
Yakınlarında bulunan Langa bostanlarından ve Kumkapı balıkçılarından faydalanan mekânlarının mutfakları da zengindi. Anılması gereken bir diğer meyhane ise, yazarlarımızdan Yedikuleli Takuhi Tovmasyan'ın dedesi tarafından 20. yüzyılın ilk yarısında, Kalekapısı'nda işletilen Ğazaros Efendi'nin cermakçurhanesidir.
Tarihi binasında 1890'lardan beri hizmet veren, 1948'de merhum Süleyman Kızıltay tarafından devralınan ve şimdi oğlu tarafından işletilen Safa Meyhanesi, Yedikule'nin geçmişten yadigâr kalan tek meyhanesidir.
TAN MORGÜL
Yekta Rakı
Yekta Rakı Mey Alkollü İçkiler San. ve Tic. A.Ş. tarafından üretilen güncel rakı markası. 2006'da piyasaya çıkarılan bu marka, Nevşehir İçki Fabrikası ve Tekirdağ İçki Fabrikası'nda üretilmekte ve en fazla üzüm çeşidi ile hazırlanan rahat içimli bir rakı olarak ayrımlanmaktadır. Alkol derecesi %43 olan rakının üretiminde Türkiye'nin yedi coğrafi bölgesinden elde edilen üzüm çeşitleri kullanılmakta ve 35, 70 cl.'lik şişelerde piyasaya sunulmaktadır.
FÜGEN BASMACI
Yemek Rakı, dünyada adına özel olarak mutfak kurulmuş tek içkidir. Şarabı yemeğe göre seçersiniz, ama çilingir sofrasında yemek rakıya göre seçilir. Rakının yanına öyle her mezeyi koyamazsınız. Üstat Murat Belge "kişilikli bir içkidir" dediği rakının yemekle ilişkisi üstüne şu saptamalarda bulunur:
"Rakı aslolarak meyhanede içilir, yani belli bir yemek düzeni içinde içilir. Damıtılmış olması, yüksek alkol derecesi ve benzer özellikleriyle rakı, Batılıların yemek öncesi aperitif içkilerine benzer. Ama Batılılar olayı böyle sert bir içkiyle açıp sonra yemeğe şarapla devam ettikleri halde sertliğe alışmış olan milletimiz yemeğini de rakıyla yer. Yaklaşık 45 derecelik bir yemek içkisine sahip olmak, bence, başka alanlarda fazlaca şanslı olduğunu söyleyemeyeceğimiz Türk toplumunun en büyük talihlerinden biridir. Ayrıca, bütün o talihsizlikler, ancak 45 derecede çekilir hale geliyor.
Rakı yemekle içilir dedik ama, bu da biraz tartışmalı, rakı içimi alanında yeni fraksiyonlaşmalara yol açabilecek bir konu. Çünkü kimisi içilen rakının miktarını yüksek, buna karşılık yenecek meze miktarının asgari tutulmasından yanadır. Böyleleri yarım marul ve bir dilim beyaz peynirle ya da söz gelişi bir küçük tabak kuru yemişle bir şişeyi götürürler. Bazıları doymak için yemeyi, gecenin oldukça geç saatlerine erteler. Ben şahsen böylelerini saygıdeğer puristler olarak görüyorum. Hani karanlık çağlarda, dünyevilikten kaçınma amacıyla bir sütuna tırmanıp oturan ve daha yirmi beş yıl yeryüzüne ayak basmayan dervişler ve ermişler gibi bir kategori. Bu ideale saygı duyduğum için kimi zaman ben de karşıma bir marul alıp oturuyorum; ama obur olduğum için de, şöyle yarım saat, kırk beş dakika sonra, Acaba bir de lakerda istesem, ne olur? diye perhizi bozmaya başlıyorum. Ama bence bu ihanet değil rakıya. Çünkü rakı içmenin raconu gerçekten yememeyi gerektiriyor olsaydı, bunca güzel mezeyi icat etmenin anlamı olmazdı.
Meze faslı rakı sürecinin en önemli kısmıdır. Sondaki sıcak yemek o derece asli değildir. Ama günümüzde bu meze işi de gerçekten bozuldu. Klasik rakı mezesinin özelliği az ve öz olmasıdır. Bu da, fiziksel olarak, küçük tabak'larla yürümesi gereken bir iştir. İnsanın önüne şimdiki gibi, kocaman yemek tabağı değil, küçük meze tabağı koyarlar. Ortaya da gene küçük tabaklarla az ama çok çeşitli meze gelir. Ayrıca sürekli olarak meze gelir. Dolayısıyla her şeyden azar azar yersiniz, ama damağınızdan habire çeşitli lezzetler akar. Şimdiki lokanta standardizasyonu ve rasyonalizasyonu içinde ise bir tepsi soğuk meze sunulduktan sonra ısmarladığınız sıcakları da aşağı yukarı eşzamanlı önünüze yığıyorlar ve asıl kazığı atmak üzere en son söyleyeceğiniz balığı iştahla bekliyorlar."
Murat Belge Tarih Boyunca Yemek Kültürü
FÜGEN BASMACI
Yemek Rakı, dünyada adına özel olarak mutfak kurulmuş tek içkidir. Şarabı yemeğe göre seçersiniz, ama çilingir sofrasında yemek rakıya göre seçilir. Rakının yanına öyle her mezeyi koyamazsınız. Üstat Murat Belge "kişilikli bir içkidir" dediği rakının yemekle ilişkisi üstüne şu saptamalarda bulunur:
"Rakı aslolarak meyhanede içilir, yani belli bir yemek düzeni içinde içilir. Damıtılmış olması, yüksek alkol derecesi ve benzer özellikleriyle rakı, Batılıların yemek öncesi aperitif içkilerine benzer. Ama Batılılar olayı böyle sert bir içkiyle açıp sonra yemeğe şarapla devam ettikleri halde sertliğe alışmış olan milletimiz yemeğini de rakıyla yer. Yaklaşık 45 derecelik bir yemek içkisine sahip olmak, bence, başka alanlarda fazlaca şanslı olduğunu söyleyemeyeceğimiz Türk toplumunun en büyük talihlerinden biridir. Ayrıca, bütün o talihsizlikler, ancak 45 derecede çekilir hale geliyor.
Rakı yemekle içilir dedik ama, bu da biraz tartışmalı, rakı içimi alanında yeni fraksiyonlaşmalara yol açabilecek bir konu. Çünkü kimisi içilen rakının miktarını yüksek, buna karşılık yenecek meze miktarının asgari tutulmasından yanadır. Böyleleri yarım marul ve bir dilim beyaz peynirle ya da söz gelişi bir küçük tabak kuru yemişle bir şişeyi götürürler. Bazıları doymak için yemeyi, gecenin oldukça geç saatlerine erteler. Ben şahsen böylelerini saygıdeğer puristler olarak görüyorum. Hani karanlık çağlarda, dünyevilikten kaçınma amacıyla bir sütuna tırmanıp oturan ve daha yirmi beş yıl yeryüzüne ayak basmayan dervişler ve ermişler gibi bir kategori. Bu ideale saygı duyduğum için kimi zaman ben de karşıma bir marul alıp oturuyorum; ama obur olduğum için de, şöyle yarım saat, kırk beş dakika sonra, Acaba bir de lakerda istesem, ne olur? diye perhizi bozmaya başlıyorum. Ama bence bu ihanet değil rakıya. Çünkü rakı içmenin raconu gerçekten yememeyi gerektiriyor olsaydı, bunca güzel mezeyi icat etmenin anlamı olmazdı.
Meze faslı rakı sürecinin en önemli kısmıdır. Sondaki sıcak yemek o derece asli değildir. Ama günümüzde bu meze işi de gerçekten bozuldu. Klasik rakı mezesinin özelliği az ve öz olmasıdır. Bu da, fiziksel olarak, küçük tabak'larla yürümesi gereken bir iştir. İnsanın önüne şimdiki gibi, kocaman yemek tabağı değil, küçük meze tabağı koyarlar. Ortaya da gene küçük tabaklarla az ama çok çeşitli meze gelir. Ayrıca sürekli olarak meze gelir. Dolayısıyla her şeyden azar azar yersiniz, ama damağınızdan habire çeşitli lezzetler akar. Şimdiki lokanta standardizasyonu ve rasyonalizasyonu içinde ise bir tepsi soğuk meze sunulduktan sonra ısmarladığınız sıcakları da aşağı yukarı eşzamanlı önünüze yığıyorlar ve asıl kazığı atmak üzere en son söyleyeceğiniz balığı iştahla bekliyorlar."
Murat Belge Tarih Boyunca Yemek Kültürü
Atatürk'ün kadınlı erkekli ilk daveti
Kuvayı Milliye'nin pek tanınmış alaylı kahramanlarından birinin ilk defa İstanbul'a gelerek Beyoğlu caddesinde çarşaflı, fakat peçeleri açık Türk hanımlarını gördüğü vakit:
- Biz bunlar için mi dövüştük durduk diye öfkelendiğini biliyorum. İlk Meclis mebuslarından biri de sımsıkı örtülü karısı ile birlikte Karacaoğlan karşısında, bir dükkâna girdiği için ağırca birtakım koridor dedikodularına uğradığı hatırımdadır. İkinci Meclis'te bile üç beş kadınla evli mebuslarla yan yana otururduk. Bunlar bilinmedikçe Mustafa Kemal'in Türk kadınını hürriyete kavuşturmak için neden İstanbul tramvaylarındaki harem perdelerini kaldırmakla işe koyulduğu pek anlaşılamaz.
Atatürk kadınlı erkekli ilk daveti, ikinci Meclis devrinde, eski Ankara'nın dar bir sokağında, Rum mektebinden galiba Türk ocağına çevrilme kerpiç bir yapının salonunda verdi. Herkes eşi ile beraber çağrıldığı için gelmemezlik etmelidir. Fakat kadınlar salonun sol tarafındaki iskemlelere oturdular, erkekleri de karşılarına dizildiler. Bu namehremlik havası içinde Atatürk'le birkaç arkadaşından ve hanımlarından başka ayakta kimse yoktu. Durgunluktan fazlaca sıkılmakla beraber, bize demişti ki: "
- Ayaktakilere elinizden geldiği kadar itibar ediniz, oturanlara hiç aldırmayınız. Tesirini gelecek defa görürsünüz."
- Biz bunlar için mi dövüştük durduk diye öfkelendiğini biliyorum. İlk Meclis mebuslarından biri de sımsıkı örtülü karısı ile birlikte Karacaoğlan karşısında, bir dükkâna girdiği için ağırca birtakım koridor dedikodularına uğradığı hatırımdadır. İkinci Meclis'te bile üç beş kadınla evli mebuslarla yan yana otururduk. Bunlar bilinmedikçe Mustafa Kemal'in Türk kadınını hürriyete kavuşturmak için neden İstanbul tramvaylarındaki harem perdelerini kaldırmakla işe koyulduğu pek anlaşılamaz.
Atatürk kadınlı erkekli ilk daveti, ikinci Meclis devrinde, eski Ankara'nın dar bir sokağında, Rum mektebinden galiba Türk ocağına çevrilme kerpiç bir yapının salonunda verdi. Herkes eşi ile beraber çağrıldığı için gelmemezlik etmelidir. Fakat kadınlar salonun sol tarafındaki iskemlelere oturdular, erkekleri de karşılarına dizildiler. Bu namehremlik havası içinde Atatürk'le birkaç arkadaşından ve hanımlarından başka ayakta kimse yoktu. Durgunluktan fazlaca sıkılmakla beraber, bize demişti ki: "
- Ayaktakilere elinizden geldiği kadar itibar ediniz, oturanlara hiç aldırmayınız. Tesirini gelecek defa görürsünüz."
İsmet Paşa Lozan'a nasıl gönderilmişti?
Cephe kumandanı olarak Mudanya görüşmelerini idare eden İsmet Paşa, Lausanne'da Türkiye delegelerine reislik etmeyi hatırına bile getirmemişti. Atatürk'ün kendisinden dinlediğimize göre, Franclin Bouillon kendisine:
- Barış konferansında siz bulunmalısınız, demişti.
Atatürk:
- Olabilir, ama ben memleket dışına gitmem. Konferansı İzmir'de toplayabilir miyiz, diye sorması üzerine Franclin Bouillon:
- Sizinle görüşebilecek kadar ehemmiyetli şahsiyetleri İzmir'e getirebileceğinizi sanmıyorum, cevabını verdi.
- O halde Türk baş delegesi, ben olmam. Siz tanımış olduğunuz arkadaşların arasından bu işi en iyi kim yapabilir, dersiniz.
Fransız diplomatı hiç tereddüt etmeden:
- İsmet Paşa, dedi.
Atatürk ilave etmişti:
"- Doğrusu Franclin Bouillon teklif edinceye kadar İsmet'i düşünmemiştim.''
Fakat İsmet Paşa'ya hemen bir rakip çıktı:
Rahmetli Kâzım Karabekir!
Atatürk onu kırmaksızın vazgeçirmek için:
- Yalnız bir mesele var. Sizin Ruslarla aranız kötü. Baş delege olmanız bize faydalı olmaz, dedi.
- O halde bu vazifeye bir asker seçmeliyiz.
O sırada bir ajans telgrafı Rusların Lausanne Barış Konferansı'na katılmayacaklarına dair bir haber yaymıştı. Rahmetli Kâzım Karabekir bunun üzerine hemen Mustafa Kemal'e geldi:
- Benim gönderilmekliğimde artık mahzur kalmadı, dedi.
Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan ise İsmet Paşa'yı yollamaya karar vermişti. Ruslar konferansa katılsa da katılmasa da Lausanne görüşmelerini o idare edecekti.
- Barış konferansında siz bulunmalısınız, demişti.
Atatürk:
- Olabilir, ama ben memleket dışına gitmem. Konferansı İzmir'de toplayabilir miyiz, diye sorması üzerine Franclin Bouillon:
- Sizinle görüşebilecek kadar ehemmiyetli şahsiyetleri İzmir'e getirebileceğinizi sanmıyorum, cevabını verdi.
- O halde Türk baş delegesi, ben olmam. Siz tanımış olduğunuz arkadaşların arasından bu işi en iyi kim yapabilir, dersiniz.
Fransız diplomatı hiç tereddüt etmeden:
- İsmet Paşa, dedi.
Atatürk ilave etmişti:
"- Doğrusu Franclin Bouillon teklif edinceye kadar İsmet'i düşünmemiştim.''
Fakat İsmet Paşa'ya hemen bir rakip çıktı:
Rahmetli Kâzım Karabekir!
Atatürk onu kırmaksızın vazgeçirmek için:
- Yalnız bir mesele var. Sizin Ruslarla aranız kötü. Baş delege olmanız bize faydalı olmaz, dedi.
- O halde bu vazifeye bir asker seçmeliyiz.
O sırada bir ajans telgrafı Rusların Lausanne Barış Konferansı'na katılmayacaklarına dair bir haber yaymıştı. Rahmetli Kâzım Karabekir bunun üzerine hemen Mustafa Kemal'e geldi:
- Benim gönderilmekliğimde artık mahzur kalmadı, dedi.
Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan ise İsmet Paşa'yı yollamaya karar vermişti. Ruslar konferansa katılsa da katılmasa da Lausanne görüşmelerini o idare edecekti.
Atatürk ve Malatya Kayısıları
Bir seyahatten dönüşünde Malatya'ya uğrayan Atatürk kendini pek sıcak karşılayanlarla görüşmek için belediyeye gider. Salonda yerli mahsullerden örnekler göstermek üzere bir vitrin varmış. Şöyle bir gözden geçirir, altın sarısı kayısılarla dolu bir kutu pek hoşuna gider:
- Ne güzel kayısılarınız var, der.
Önü ilikli Belediye Reisi:
- Evet efendimiz, pek nefistir kayısılarımız, dedikten sonra daha iyi görmesi için kutuyu vitrinden çıkarıp kendisine getirir.
Atatürk:
- Cidden güzelmiş, diyerek ve ikram edeceklerini sanarak birkaçını yemeye hazırlandığı sırada Belediye Reisi:
- Evet efendimiz çok güzeldir, der ve kutuyu alıp yine vitrine götürür.
Atatürk böyle hallerde pek "mahcup delikanlı" idi, imrentiden yutkunur, biraz sonra yanındakilere:
- Artık dönelim, der.
Trene binip Ankara'ya yollanırlar.
Ankara'da hiç şüphesiz Malatya milletvekillerine azizlik etmek için:
- Geceyi Malatya'da geçirecektim, ama benden bir kutu kayısıyı esirgeyenlerin nasıl misafiri olurdum, diye hıncını almıştı.
- Ne güzel kayısılarınız var, der.
Önü ilikli Belediye Reisi:
- Evet efendimiz, pek nefistir kayısılarımız, dedikten sonra daha iyi görmesi için kutuyu vitrinden çıkarıp kendisine getirir.
Atatürk:
- Cidden güzelmiş, diyerek ve ikram edeceklerini sanarak birkaçını yemeye hazırlandığı sırada Belediye Reisi:
- Evet efendimiz çok güzeldir, der ve kutuyu alıp yine vitrine götürür.
Atatürk böyle hallerde pek "mahcup delikanlı" idi, imrentiden yutkunur, biraz sonra yanındakilere:
- Artık dönelim, der.
Trene binip Ankara'ya yollanırlar.
Ankara'da hiç şüphesiz Malatya milletvekillerine azizlik etmek için:
- Geceyi Malatya'da geçirecektim, ama benden bir kutu kayısıyı esirgeyenlerin nasıl misafiri olurdum, diye hıncını almıştı.
Atatürk'ün Sofrası ve meclisleri
Atatürk kız kardeşini ve en yakın arkadaşlarını muhalefet partisinde görmeye katlanmakla hepimize bir medeni terbiye dersi vermek istemişti.
Sofrası ve meclisleri ''demokratik'' idi. Yalnız esas prensiplerde birlik olmak şartıyla, yüzüne karşı edilmeyecek itiraz, yapılmayacak tenkid yoktu. Onunla buluşup da henüz sağ olanlar bunun binbir misalini anlatabilirler.
Sofrası ve meclisleri ''demokratik'' idi. Yalnız esas prensiplerde birlik olmak şartıyla, yüzüne karşı edilmeyecek itiraz, yapılmayacak tenkid yoktu. Onunla buluşup da henüz sağ olanlar bunun binbir misalini anlatabilirler.
Conker ve Atatürk
Bir hanımın sözünden iyice alınan Atatürk'ün henüz bütün öfkesi üstünde idi. Hep susuyorduk. Rahmetli Nuri Conker, pek eski ve nazını geçirir arkadaşı olduğundan, bir nükte, bir hikâye ile meclisin havasını açabilse diye bir aralık onun gözlerini aradık. Öksürdü ve davudi sesi ile:
- Lâ havle fi hinne ve lâbüdde min hünne...
dedi. Arapçamın kusuruna bakmayınız, kulağımda kalanı yazıyorum.
Atatürk doğruldu, Conker'e baktı:
- Bu da ne demek, dedi.
Conker, vaiz edasını hiç bozmayarak Türkçeye çevirdi:
- Yani kadınlardan hayır yoktur, ama lüzumludurlar.
- Lâ havle fi hinne ve lâbüdde min hünne...
dedi. Arapçamın kusuruna bakmayınız, kulağımda kalanı yazıyorum.
Atatürk doğruldu, Conker'e baktı:
- Bu da ne demek, dedi.
Conker, vaiz edasını hiç bozmayarak Türkçeye çevirdi:
- Yani kadınlardan hayır yoktur, ama lüzumludurlar.
Atatürk'ten Ders
Geçen harp sonrasının üç diktatörü Mussolini, Hitler ve Stalin'dir, üçü de sivildi. İktidara geçince sivil esvaplarını çıkarıp üniforma giydiler ve ölünceye kadar da üniformalı kaldılar.
Atatürk ise askerdi: Generalliğini Anafartalar'da, mareşalliğini Dumlupınar'da kazanmıştı.
İktidara geçince üniformasını çıkardı. Sivil esvap giydi ve ölünceye kadar öyle kaldı.
Hatay, bir Misakı Milli meselesi olduğundan, bu sancağı vatan topraklarına katmaya çalıştı. Bunun dışında her türlü irredandizmi reddetti ve Türk milletinin gözlerini harp meydanlarından barış meydanlarına çevirdi. Ona, medeniyet zaferine doğru savaş yollarını açtı.
------------------------------------------------------------------------------------------
Buda ölürken:
- Üstad öldü diye ağlamayınız, üstad size öğrettiklerimdir, demişti.
Atatürk de bizlere öğretmiş olduklarıdır.
Atatürk ise askerdi: Generalliğini Anafartalar'da, mareşalliğini Dumlupınar'da kazanmıştı.
İktidara geçince üniformasını çıkardı. Sivil esvap giydi ve ölünceye kadar öyle kaldı.
Hatay, bir Misakı Milli meselesi olduğundan, bu sancağı vatan topraklarına katmaya çalıştı. Bunun dışında her türlü irredandizmi reddetti ve Türk milletinin gözlerini harp meydanlarından barış meydanlarına çevirdi. Ona, medeniyet zaferine doğru savaş yollarını açtı.
------------------------------------------------------------------------------------------
Buda ölürken:
- Üstad öldü diye ağlamayınız, üstad size öğrettiklerimdir, demişti.
Atatürk de bizlere öğretmiş olduklarıdır.
Atatürk'ün, Fransız General Gamlin Hakkında Kehaneti
Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak, manevralarda bulunmak üzere Belgrad'a gitmişti. Fransız Generali Gamlin de davetliler arasında idi.
Ziyafetlerde, rütbesi mareşal olduğu için Fevzi Çakmak'ın Gamlin'den önce gelmesi lazımdı. Fransız generali bunu kibrine yediremedi. Fevzi Çakmak da tabii hakkından vazgeçemedi. Yugoslavlar yemek davetlerini ayakta vermek zorunda kaldılar. Böylece protokol kavgası ortadan kalktı.
Atatürk bu vakayı duyunca demişti ki:
- Almanlar Renani'ye girdikleri zaman, eğer Gamlin elindeki kuvvetlerle karşı koymaya cesaret etse, Hitler partiyi kaybetmişti. Gamlin hükümetinden seferberlik istedi. İç durum buna elverişli olmadığından seferberlik yapılamadı ve Fransa Renani'yi kaybetti. Askerliğe gelince vatanı için vazifesini yapmayan bu general, pek tabii bir protokol işinde bakınız ne münasebetsizlik etmiş! Çocuklar, Fransız milletinin bu Gamlin'den çekeceği vardır.
-----------------------------------------------------------------------
Atatürk 1938'de ölmüş olduğu için Fransız orduları Alman tanklarının ilk hücumu ile darmadağın olduğu vakit, General Gamlin'in başkomutan olduğunu görmek ve Mareşal'in Belgrad dönüşünde söylediklerini hatırlamak fırsatı bulamadı.
Ziyafetlerde, rütbesi mareşal olduğu için Fevzi Çakmak'ın Gamlin'den önce gelmesi lazımdı. Fransız generali bunu kibrine yediremedi. Fevzi Çakmak da tabii hakkından vazgeçemedi. Yugoslavlar yemek davetlerini ayakta vermek zorunda kaldılar. Böylece protokol kavgası ortadan kalktı.
Atatürk bu vakayı duyunca demişti ki:
- Almanlar Renani'ye girdikleri zaman, eğer Gamlin elindeki kuvvetlerle karşı koymaya cesaret etse, Hitler partiyi kaybetmişti. Gamlin hükümetinden seferberlik istedi. İç durum buna elverişli olmadığından seferberlik yapılamadı ve Fransa Renani'yi kaybetti. Askerliğe gelince vatanı için vazifesini yapmayan bu general, pek tabii bir protokol işinde bakınız ne münasebetsizlik etmiş! Çocuklar, Fransız milletinin bu Gamlin'den çekeceği vardır.
-----------------------------------------------------------------------
Atatürk 1938'de ölmüş olduğu için Fransız orduları Alman tanklarının ilk hücumu ile darmadağın olduğu vakit, General Gamlin'in başkomutan olduğunu görmek ve Mareşal'in Belgrad dönüşünde söylediklerini hatırlamak fırsatı bulamadı.
Yıldız kayması nasıl oluyor?
Geceleyin açık bir havada gökyüzünü seyrederken, çeşitli renk ve parlaklıktaki yıldızların oluşturduğu o inanılmaz ve muhteşem manzaranın içinden bir yıldızın parlak bir çizgi çizerek kayıp gittiğini muhakkak görmüşsünüzdür.
Bu sırada içinizden bir dilek tutup, bu dileğin gerçekleşmesi için de gördüğünüzden kimseye bahsetmemişsinizdir herhalde. Çünkü insanlar arasında, bir yıldız kaydığında, o yıldızın öleceği ve ölmeden önce dilek dileyenin arzusunu yerine getireceği inanışı yaygındır.
Halk arasında yıldız kayması diye tanımlanan bu olayın aslında yıldızlarla hiç bir ilgisi yoktur. Yıldızlar dünyadan milyarlarca kilometre ötedeki uzak güneşlerdir. Güneş sistemimizin içinde Güneş ve gezegenlerin çekim kuvvetleri arasında bir oraya bir buraya gezinen sayısız göktaşı vardır.
Bunlardan Dünya'nın yakınından geçerken çekim alanına girenler, hızla atmosfere dalarlar.
Sürtünmeden dolayı ısınırlar, yanarlar ve arkalarında parlak, çizgi gibi bir iz bırakırlar. Sonunda tamamına yakını, düşüşün son anında görülen parlamayı takiben yok olurlar.
Yer atmosferine her yıl toplamı 15 bin ton olan 200 bin kadar göktaşı düştüğü kabul ediliyor. Bu hesaba göre yerin kütlesi 4,5 milyar yıllık ömrü içinde gelen göktaşları sayesinde epeyce artmış olması gerekiyor. Dünya'ya düşen göktaşlarının incelenmeleri sonucu içlerinde dünyada var olmayan yeni bir elemente rastlanmamıştır.
Atmosfere girdiklerinde yanan ve çoğunlukla yok olan göktaşlarına "meteor" denilirken bunlardan yere ulaşmayı başaranlara da "meteorit" deniliyor. Dünyamızın büyük bir kısmı okyanuslarla kaplı olduğundan yere ulaşabilen göktaşlarının çoğu da buralara düşerler. Ancak Dünya'nın bir çok yerinde de karalar üzerinde meteoritlerin yol açtığı izler ve çukurlar vardır.
Ülkemizde rastlanan en büyük göktaşı 25 kilogram olup Domaniç yaylasında bulunmuştur. Dünyada bilinen göktaşlarının en büyüğü ise güneybatı Afrika'da Grootfentein'de bulunan göktaşıdır ve kütlesi 80 ton kadardır.
Bugüne kadar dünyada 20 civarında insanın göktaşı isabeti nedeniyle yaralandığı tespit edilmiştir. Yani uzayda, binlerce yıl boyunca, milyarlarca kilometre yol alan bir taş, atmosfere çok uygun bir açıdan girsin, yanmadan yere kadar ulaşarak gelsin, kafanıza düşsün. İşte kısmet diye buna denilir!
Bu sırada içinizden bir dilek tutup, bu dileğin gerçekleşmesi için de gördüğünüzden kimseye bahsetmemişsinizdir herhalde. Çünkü insanlar arasında, bir yıldız kaydığında, o yıldızın öleceği ve ölmeden önce dilek dileyenin arzusunu yerine getireceği inanışı yaygındır.
Halk arasında yıldız kayması diye tanımlanan bu olayın aslında yıldızlarla hiç bir ilgisi yoktur. Yıldızlar dünyadan milyarlarca kilometre ötedeki uzak güneşlerdir. Güneş sistemimizin içinde Güneş ve gezegenlerin çekim kuvvetleri arasında bir oraya bir buraya gezinen sayısız göktaşı vardır.
Bunlardan Dünya'nın yakınından geçerken çekim alanına girenler, hızla atmosfere dalarlar.
Sürtünmeden dolayı ısınırlar, yanarlar ve arkalarında parlak, çizgi gibi bir iz bırakırlar. Sonunda tamamına yakını, düşüşün son anında görülen parlamayı takiben yok olurlar.
Yer atmosferine her yıl toplamı 15 bin ton olan 200 bin kadar göktaşı düştüğü kabul ediliyor. Bu hesaba göre yerin kütlesi 4,5 milyar yıllık ömrü içinde gelen göktaşları sayesinde epeyce artmış olması gerekiyor. Dünya'ya düşen göktaşlarının incelenmeleri sonucu içlerinde dünyada var olmayan yeni bir elemente rastlanmamıştır.
Atmosfere girdiklerinde yanan ve çoğunlukla yok olan göktaşlarına "meteor" denilirken bunlardan yere ulaşmayı başaranlara da "meteorit" deniliyor. Dünyamızın büyük bir kısmı okyanuslarla kaplı olduğundan yere ulaşabilen göktaşlarının çoğu da buralara düşerler. Ancak Dünya'nın bir çok yerinde de karalar üzerinde meteoritlerin yol açtığı izler ve çukurlar vardır.
Ülkemizde rastlanan en büyük göktaşı 25 kilogram olup Domaniç yaylasında bulunmuştur. Dünyada bilinen göktaşlarının en büyüğü ise güneybatı Afrika'da Grootfentein'de bulunan göktaşıdır ve kütlesi 80 ton kadardır.
Bugüne kadar dünyada 20 civarında insanın göktaşı isabeti nedeniyle yaralandığı tespit edilmiştir. Yani uzayda, binlerce yıl boyunca, milyarlarca kilometre yol alan bir taş, atmosfere çok uygun bir açıdan girsin, yanmadan yere kadar ulaşarak gelsin, kafanıza düşsün. İşte kısmet diye buna denilir!
Gökkuşağı niçin yuvarlaktır?
Su damlası ve yakıcı güneş. İşte gökkuşağı bunlardan oluşur. Atalarımız gökkuşağından çok korkarlardı. Onu Tanrıların elçilerinin geçmesi için yapılmış bir köprü olarak görüyorlardı. Yağmur ve güneş ile ilişkisi ilk olarak milattan önce 310 yıllarında Aristoteles tarafından ileri sürüldü. Günümüzde ise bir sır olmaktan çıktı.
Altından geçenin cinsiyetinin değişeceği veya yere değdiği noktada bir küp altın gömülü olduğu lafları sadece şakalarda kullanılıyor. Zaten gökyüzünde sabit bir gökkuşağı oluşmuyor. Herkesin bakış yönüne göre, gördüğü gökkuşağı farklı yerde oluyor. Gökkuşağının görüldüğü yere doğru gidilince görülebildiği sürece kişiye hep aynı mesafede kalıyor.
Gökyüzünde gökkuşağı gördüğünüz vakit biliniz ki, o yağmur damlalarından oluşmaktadır ama güneş kesinlikle arkanızdadır. Güneşin paralel ışınları başınızın üstünden geçerek yağmur damlalarına çarparlar. Yağmur damlaları burada ışığı renklerine ayıracak bir prizma görevi görürler.
Sarı gibi görünmesine rağmen güneş ışığı aslında beyazdır ve bütün renkler onun içindedir. Yağmur damlasının içine girince kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renklere ayrışır. Mor renk çemberin içinde kırmızı ise en dışındadır.
Yağmur damlası çocukken oynadığımız misket veya bilye gibi küresel saydam bir şekildedir. Güneş ışığı bu kendi tarafındaki yüzeyinden doğrudan içine girer. İçinde renklere ayrışır ve kürenin arka duvarına vurarak gerisin geriye yansır. Işığın damlanın ön yüzünden değil de arka yüzünden yansımasının nedeni içbükey, dışbükey mercek özelliklerindendir.
Ayrışmış renkler, içbükey arka yüzden çeşitli açılarda yansımaları sonucu gözümüze sırayla dizili renklerden oluşmuş bir bant şeklinde görünüyorlar. Gökkuşağını görebilmek için Güneş, biz ve yağmur damlaları, muhakkak belirli bir açıda dizilmek zorundayız. Ama daha önemlisi milyonlarca yağmur damlasından yansıyan ışınların gözümüze geliş açıları mutlaka aynı olmalıdır ki biz gökkuşağını görebilelim.
Yağmur damlalarından yansıyan ışınların gözümüzde odaklaşabilmeleri için bir daire şeklinde dizilmiş olmaları gerekir. Aslında o bölgedeki bütün yağmur damlaları gelen ışığı renklere ayrıştırarak yansıtırlar ama sadece bir yarım daire içinde olan yağmur damlalarından yansıyanlar gözümüze odaklaşırlar.
Biz de sadece o yağmur damlalarından gözümüze gelen renklerine ayrılmış ışınları görebildiğimizden gökkuşağını da yarım daire şeklinde görürüz. Bazen bir uçaktan veya yüksek bir dağdan baktığımızda gökkuşağını tam daire şeklinde görmemiz de mümkün olabilmektedir.
Güneş ne kadar yüksekse gökkuşağı dairesi de o kadar aşağı iner. Bunun içindir ki yedi renkli gökkuşağını sabah ve akşam yağışlarından sonra daha çok görürüz.
Genellikle fark edilmez ama gökkuşağı daima içice iki halkadan oluşur. İkinci kuşak pek dikkat çekmez. Bir ikinci zayıf kuşağın daha bulunmasının nedeni bazı güneş ışıklarının su damlasının iç yüzeyine bir kez değil iki kez çarpmalarıdır. Böylece parlaklıklarını yitiren ışıklardan oluşan ikinci gökkuşağı zar zor görülür. Birinci kuşakta kırmızı renk şeridin en dışında iken ikinci kuşakta en içtedir. Diğer renklerin sıralamaları da terstir.
Altından geçenin cinsiyetinin değişeceği veya yere değdiği noktada bir küp altın gömülü olduğu lafları sadece şakalarda kullanılıyor. Zaten gökyüzünde sabit bir gökkuşağı oluşmuyor. Herkesin bakış yönüne göre, gördüğü gökkuşağı farklı yerde oluyor. Gökkuşağının görüldüğü yere doğru gidilince görülebildiği sürece kişiye hep aynı mesafede kalıyor.
Gökyüzünde gökkuşağı gördüğünüz vakit biliniz ki, o yağmur damlalarından oluşmaktadır ama güneş kesinlikle arkanızdadır. Güneşin paralel ışınları başınızın üstünden geçerek yağmur damlalarına çarparlar. Yağmur damlaları burada ışığı renklerine ayıracak bir prizma görevi görürler.
Sarı gibi görünmesine rağmen güneş ışığı aslında beyazdır ve bütün renkler onun içindedir. Yağmur damlasının içine girince kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor renklere ayrışır. Mor renk çemberin içinde kırmızı ise en dışındadır.
Yağmur damlası çocukken oynadığımız misket veya bilye gibi küresel saydam bir şekildedir. Güneş ışığı bu kendi tarafındaki yüzeyinden doğrudan içine girer. İçinde renklere ayrışır ve kürenin arka duvarına vurarak gerisin geriye yansır. Işığın damlanın ön yüzünden değil de arka yüzünden yansımasının nedeni içbükey, dışbükey mercek özelliklerindendir.
Ayrışmış renkler, içbükey arka yüzden çeşitli açılarda yansımaları sonucu gözümüze sırayla dizili renklerden oluşmuş bir bant şeklinde görünüyorlar. Gökkuşağını görebilmek için Güneş, biz ve yağmur damlaları, muhakkak belirli bir açıda dizilmek zorundayız. Ama daha önemlisi milyonlarca yağmur damlasından yansıyan ışınların gözümüze geliş açıları mutlaka aynı olmalıdır ki biz gökkuşağını görebilelim.
Yağmur damlalarından yansıyan ışınların gözümüzde odaklaşabilmeleri için bir daire şeklinde dizilmiş olmaları gerekir. Aslında o bölgedeki bütün yağmur damlaları gelen ışığı renklere ayrıştırarak yansıtırlar ama sadece bir yarım daire içinde olan yağmur damlalarından yansıyanlar gözümüze odaklaşırlar.
Biz de sadece o yağmur damlalarından gözümüze gelen renklerine ayrılmış ışınları görebildiğimizden gökkuşağını da yarım daire şeklinde görürüz. Bazen bir uçaktan veya yüksek bir dağdan baktığımızda gökkuşağını tam daire şeklinde görmemiz de mümkün olabilmektedir.
Güneş ne kadar yüksekse gökkuşağı dairesi de o kadar aşağı iner. Bunun içindir ki yedi renkli gökkuşağını sabah ve akşam yağışlarından sonra daha çok görürüz.
Genellikle fark edilmez ama gökkuşağı daima içice iki halkadan oluşur. İkinci kuşak pek dikkat çekmez. Bir ikinci zayıf kuşağın daha bulunmasının nedeni bazı güneş ışıklarının su damlasının iç yüzeyine bir kez değil iki kez çarpmalarıdır. Böylece parlaklıklarını yitiren ışıklardan oluşan ikinci gökkuşağı zar zor görülür. Birinci kuşakta kırmızı renk şeridin en dışında iken ikinci kuşakta en içtedir. Diğer renklerin sıralamaları da terstir.
Barometre ne işe yarar?
Barometre hava basıncını ölçmeye yarar. Bir çoklarımızın evinde termometre vardır da barometre yoktur. Olanların da çoğu için pek mana ifade etmez. Halbuki barometre hava tahmininde en önemli araçtır.
Çok sağlıklı hava tahminleri meteoroloji balonları, şimdilerde ise uydular vasıtası ile yapılıyor ama evinizde barometrenin düşüş veya yükselişini takip ederek, bir de rüzgar yönünü gözlemleyerek hava tahminini rahatlıkla yapabilirsiniz.
Örneğin barometre 30'un üstünde gösteriyor ve yükselmeye devam ediyorsa hava açık olacak ve rüzgar şiddeti azalacak demektir. Eğer 30'un altında ve düşmeye devam ediyorsa hava bulutlu ve rüzgarlı olacak, hatta fırtına gelebilecektir.
Atmosferdeki hava başmandaki değişiklikler rüzgarları yaratırlar. Ancak hava basıncındaki değişiklik tek başına o günkü veya gelecek günlerde oluşacak hava durumları hakkında yeterli bilgi veremez. Eğer rüzgar yönünü de biliyorsanız o zaman kısa dönemler için pratik tahminler yapabilirsiniz.
Şimdi rüzgar yönleri, barometrenin durumu ve bunlara göre oluşabilecek hava durumlarına bir bakalım:
Diyelim ki evinizde bir barometre yok. Problem değil. Hava basıncını ölçmenin diğer pratik yolları da var. Bir fincan kahve de aynı işi görebilir. Eğer kahve üzerindeki kabarcık ve köpükler fincanın ortasında toplanıyorlarsa hava basıncı yüksek, kenarlara doğru yayılıyorlarsa basınç düşük demektir.
Çok sağlıklı hava tahminleri meteoroloji balonları, şimdilerde ise uydular vasıtası ile yapılıyor ama evinizde barometrenin düşüş veya yükselişini takip ederek, bir de rüzgar yönünü gözlemleyerek hava tahminini rahatlıkla yapabilirsiniz.
Örneğin barometre 30'un üstünde gösteriyor ve yükselmeye devam ediyorsa hava açık olacak ve rüzgar şiddeti azalacak demektir. Eğer 30'un altında ve düşmeye devam ediyorsa hava bulutlu ve rüzgarlı olacak, hatta fırtına gelebilecektir.
Atmosferdeki hava başmandaki değişiklikler rüzgarları yaratırlar. Ancak hava basıncındaki değişiklik tek başına o günkü veya gelecek günlerde oluşacak hava durumları hakkında yeterli bilgi veremez. Eğer rüzgar yönünü de biliyorsanız o zaman kısa dönemler için pratik tahminler yapabilirsiniz.
Şimdi rüzgar yönleri, barometrenin durumu ve bunlara göre oluşabilecek hava durumlarına bir bakalım:
Diyelim ki evinizde bir barometre yok. Problem değil. Hava basıncını ölçmenin diğer pratik yolları da var. Bir fincan kahve de aynı işi görebilir. Eğer kahve üzerindeki kabarcık ve köpükler fincanın ortasında toplanıyorlarsa hava basıncı yüksek, kenarlara doğru yayılıyorlarsa basınç düşük demektir.
Güneş daha ne kadar süre ısı ve ışık verebilir?
Güneş sistemimiz, bizim Güneş adını verdiğimiz tek bir yıldız ve onun etrafında dönen dokuz gezegen, bu gezegenlerin etrafında dönen 60'dan fazla uydu (Ay), yine Güneş'in etrafında dönen gezegen olarak kabul edilemeyecek kadar küçük 5,000 civarında astroit, sayısız göktaşı, toz ve parçalardan oluşur. Güneş bu sistemdeki enerjinin de tek güç kaynağıdır.
Güneş'e baktığımızda katı bir maddeymiş gibi görürüz ama aslında yanan bir gaz kütlesinden başka bir şey değildir. Bilim insanlarına göre Güneş'ten söz ederken yüzey kelimesini kullanmak hatalıdır çünkü Güneş tamamen gazdan oluşmuştur. Güneş'in fotoğraflarında görülen keskin köşeler ise gazın yoğunluğunun birdenbire arttığı yerlerdir.
Güneş evreni dolduran milyarlarca yıldızdan biridir. Üstelik tamamıyla sıradan bir yıldızdır. Gezegenimizin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde tam 200 milyar güneş bulunuyor. Bizim güneşimiz de bunlardan farklı bir oluşum değil.
Güneş bize çok yakın (150 milyon kilometre) olduğu için çok büyük ve parlak görünür. Güneşten sonra bilinen en yakın yıldızın, bu mesafenin 250 bin katı daha uzakta olduğu düşünülürse, Güneş'e burnumuzun dibinde diyebiliriz.
Dünyamızdan bakınca Güneş sabitmiş gibi görünür ama o da kendi ekseni etrafında döner. Dönüş yönü dünyanınkine göre terstir. Katı bir cisim olmadığından ekvatoru üzerindeki bir nokta 24,5 günde tam dönüş yaparken daha kuzeydeki bir noktası 31 günde yapar. Yani kutuplarına gittikçe dönüş hızı yavaşlar.
Güneş'in ısı ve ışık olarak yaydığı enerji, merkezinin hemen çevresinde sürüp giden nükleer tepkime (hidrojen bombasında olduğu gibi) yani hidrojen atomlarının helyum atomlarına dönüşürken çıkardığı büyük enerjidir. Güneş tarafından saniyede yakılan hidrojen miktarı 564 milyon tondur. Bunun yüzde 0,7'si ise doğrudan enerjiye çevrilmekte, ısı ve ışın yayınımına gitmektedir.
Yeryüzünde yaşam Güneş ışınlarına bağlı olduğuna göre, Güneş'in insanlar için gerekli olan enerjiyi daha ne kadar zaman sürdürebileceğini bilmek hakkımızdır. Güneş'in şu andaki enerji durumunda önümüzdeki 5 milyar yılda önemli bir değişiklik olmayacak, aynı şekilde ısı ve ışık vermeye devam edecektir.
Daha sonra genleşmeye başlayacak, sıcaklığı bugünküne göre yüzde 20 artacak dev bir kızıl yıldıza dönüşecektir. O zaman yeryüzündeki sıcaklık dayanılmaz bir yüksekliğe ulaşacak, okyanuslar kaynayıp buharlaşacak ve gezegenimiz bizim bildiğimiz türden bir hayatın var olduğu bir yer olmaktan çıkacaktır. Ancak 5 milyar yıl hayli uzun bir zaman süresidir, şimdiden telaşa kapılmaya gerek yoktur.
Güneş'e baktığımızda katı bir maddeymiş gibi görürüz ama aslında yanan bir gaz kütlesinden başka bir şey değildir. Bilim insanlarına göre Güneş'ten söz ederken yüzey kelimesini kullanmak hatalıdır çünkü Güneş tamamen gazdan oluşmuştur. Güneş'in fotoğraflarında görülen keskin köşeler ise gazın yoğunluğunun birdenbire arttığı yerlerdir.
Güneş evreni dolduran milyarlarca yıldızdan biridir. Üstelik tamamıyla sıradan bir yıldızdır. Gezegenimizin de içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinde tam 200 milyar güneş bulunuyor. Bizim güneşimiz de bunlardan farklı bir oluşum değil.
Güneş bize çok yakın (150 milyon kilometre) olduğu için çok büyük ve parlak görünür. Güneşten sonra bilinen en yakın yıldızın, bu mesafenin 250 bin katı daha uzakta olduğu düşünülürse, Güneş'e burnumuzun dibinde diyebiliriz.
Dünyamızdan bakınca Güneş sabitmiş gibi görünür ama o da kendi ekseni etrafında döner. Dönüş yönü dünyanınkine göre terstir. Katı bir cisim olmadığından ekvatoru üzerindeki bir nokta 24,5 günde tam dönüş yaparken daha kuzeydeki bir noktası 31 günde yapar. Yani kutuplarına gittikçe dönüş hızı yavaşlar.
Güneş'in ısı ve ışık olarak yaydığı enerji, merkezinin hemen çevresinde sürüp giden nükleer tepkime (hidrojen bombasında olduğu gibi) yani hidrojen atomlarının helyum atomlarına dönüşürken çıkardığı büyük enerjidir. Güneş tarafından saniyede yakılan hidrojen miktarı 564 milyon tondur. Bunun yüzde 0,7'si ise doğrudan enerjiye çevrilmekte, ısı ve ışın yayınımına gitmektedir.
Yeryüzünde yaşam Güneş ışınlarına bağlı olduğuna göre, Güneş'in insanlar için gerekli olan enerjiyi daha ne kadar zaman sürdürebileceğini bilmek hakkımızdır. Güneş'in şu andaki enerji durumunda önümüzdeki 5 milyar yılda önemli bir değişiklik olmayacak, aynı şekilde ısı ve ışık vermeye devam edecektir.
Daha sonra genleşmeye başlayacak, sıcaklığı bugünküne göre yüzde 20 artacak dev bir kızıl yıldıza dönüşecektir. O zaman yeryüzündeki sıcaklık dayanılmaz bir yüksekliğe ulaşacak, okyanuslar kaynayıp buharlaşacak ve gezegenimiz bizim bildiğimiz türden bir hayatın var olduğu bir yer olmaktan çıkacaktır. Ancak 5 milyar yıl hayli uzun bir zaman süresidir, şimdiden telaşa kapılmaya gerek yoktur.
Tebbet Suresi (Türkçe Meali)
1.Elleri kurusun Ebu Lehib'in;zaten kurudu ya.
2.Ne malı kurtardı onu ne de kazandığı.
3.Alevli bir ateşe yaslanacaktır o.
4-Karısı da öyle.
5-Odun hamalı olarak.gerdanında bir ip olacaktır onun,en sağlam fitillisinden...
2.Ne malı kurtardı onu ne de kazandığı.
3.Alevli bir ateşe yaslanacaktır o.
4-Karısı da öyle.
5-Odun hamalı olarak.gerdanında bir ip olacaktır onun,en sağlam fitillisinden...
İhlas Suresi (Türkçe Meali)
1.De ki: "O Allah'tır; Ahad'dır, tektir.
2.Allah'tır:Samed'dir/tüm ihtiyaçların,niyetlerin,övgülerin,yakarışların yöneldiği tek kuvvettir.
3.Ne doğurmuştur O,ne doğurulmuştur.
4.Hiç kimse onun dengi ve benzeri olmamıştır, olamaz"
2.Allah'tır:Samed'dir/tüm ihtiyaçların,niyetlerin,övgülerin,yakarışların yöneldiği tek kuvvettir.
3.Ne doğurmuştur O,ne doğurulmuştur.
4.Hiç kimse onun dengi ve benzeri olmamıştır, olamaz"
Felak Suresi (Türkçe Meal)
1-De ki:"Yarılan karanlıktan çıkan sabahın Rabbine/yarılışlardan fışkıran oluşun Rabbine sığınırım.
2.Yarattıklarının şerrinden,
3.Çöktüğü zaman karanlığın/gelip çattığı zaman göz perdelenmesinin/tutulduğu zaman ayın/battığı zaman güneşin/taştığı zaman şehvetin/soktuğu zaman yılanın/ümit kırdığı zaman musibetin şerrinden.
4.Düğümlere üfleyip tüküren üfüfrükçülerin şerrinden.
5.Kıskandığı zaman hasetçinin şerrinden".
2.Yarattıklarının şerrinden,
3.Çöktüğü zaman karanlığın/gelip çattığı zaman göz perdelenmesinin/tutulduğu zaman ayın/battığı zaman güneşin/taştığı zaman şehvetin/soktuğu zaman yılanın/ümit kırdığı zaman musibetin şerrinden.
4.Düğümlere üfleyip tüküren üfüfrükçülerin şerrinden.
5.Kıskandığı zaman hasetçinin şerrinden".
Nas Suresi (Türkçe Meal)
1.De ki:"İnsanların Rabbine sığınırım.
2.İnsanların yöneticisine, yönlendiricisine,
3.İnsanların ilahına.
4.Kıvrılıp kıvrılıp saklanan, sinip sinip gizlenen vesvesenin/o sinsi o aldatıcı şeytanın şerrinden,
5.İnsanların gögüslerine kuşkular,kuruntular sokar o;
6.Cinlerden de olur, insanlardan da"
2.İnsanların yöneticisine, yönlendiricisine,
3.İnsanların ilahına.
4.Kıvrılıp kıvrılıp saklanan, sinip sinip gizlenen vesvesenin/o sinsi o aldatıcı şeytanın şerrinden,
5.İnsanların gögüslerine kuşkular,kuruntular sokar o;
6.Cinlerden de olur, insanlardan da"
Fatiha Suresi (Türkçe Meal)
1.Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.
2.Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır.
3.Rahman'dır, Rahim'dir O.
4-Din gününün Malik'i, sultanıdır O...
5.Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
6.Dosdoğru giden yola ilet bizi...
7.Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna...
2.Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır.
3.Rahman'dır, Rahim'dir O.
4-Din gününün Malik'i, sultanıdır O...
5.Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
6.Dosdoğru giden yola ilet bizi...
7.Kendilerine nimet verdiklerinin, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna...
Atilla Akar
Atilla Akar, 1960 İstanbul doğumlu. Marmara Üniversitesi "^ Basın-Yayın Yüksekokulu Gazetecilik ve Halkla ilişkiler "" Bölümü mezunu. Gazeteciliğe 1982 yılında Hakimiyet gazetesinde başladı.
Cumhuriyet gazetesindeki stajından sonra Hürgün, Yeni Olgu, Tempo, Nokta, Panorama, Sosyal Demokrat Dergi, Akşam, Günaydın, Takvim, Radikal, Kanal E, TV8, Yeni Binyıl, Hedef gibi dergi, gazete, televizyonlarda muhabir, editör, köşe yazan, yayın yönetmem ve koordinatör olarak çeşitli görevlerde bulundu. Muhtelif yayın organlarında çok sayıda makale, deneme, röportaj ve yazı dizileri yer aldı.
Yayınlanmış Kitapları
Cumhuriyet gazetesindeki stajından sonra Hürgün, Yeni Olgu, Tempo, Nokta, Panorama, Sosyal Demokrat Dergi, Akşam, Günaydın, Takvim, Radikal, Kanal E, TV8, Yeni Binyıl, Hedef gibi dergi, gazete, televizyonlarda muhabir, editör, köşe yazan, yayın yönetmem ve koordinatör olarak çeşitli görevlerde bulundu. Muhtelif yayın organlarında çok sayıda makale, deneme, röportaj ve yazı dizileri yer aldı.
Yayınlanmış Kitapları
- "Kıyamet Komplosu/Küresel Kaosun Kriptoları" (5. Baskı, Timaş Yay)
- "Derin Dünya Devleti/Gizli Doktrinin Küresel Efendileri (8. Baskı, Timaş Yay)
- "Komploların Yüzyılı, Yüzyılın Komploları/Emperyal Satranan Entrika Hamleleri" (3. Baskı, Timaş Yay)
- "Suikastlar/Paylarına Ölüm Düşen Adamlar" (3. Baskı, Timaş Yay)
- "Büyük Ortadoğu Kuşatması/Yeni Dünya Düzeni'nin Ortadoğu Ayağı" (3. Baskı, Timaş),
- "Casuslar/Derin Savaşın Stradtşı Neferleri" (2. Baskı, Timaş Yay)
- 'Eski Tüfek Sosyalistler' (3. Baskı, Babil Yayınlan, tst 2004)
- 'Horzum Ubirenti' (BDS Yay, 1990)
- 'Kimlik Bunalımından Yenilenme Sıkıntısına Sosyal Demokrasi' (GSD Yay, 1993),
- 'Öteki DSP' (Metis Yay, 2002)
Falih Rıfkı Atay
Babası Hoca Hilmi Efendi, annesi Huriye Cemile'ydi. İlk ve ortaöğrenimini Kovacılar'daki Rehber-i Tahsil Mektebi'nde yaptı. Ardından Mercan İdadisi'ni bitirdi.
İlk yazı ve şiirlerini idadi öğrencisiyken yazdı Tecelli ve Servetifünun'da yayımladı (1912). 1908'de girdiği Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nden dört yıl sonra mezun oldu. Gazeteciliğe Tanin'de (1912) "Cumartesi Konuşmaları"yla, daha sonra da makaleler yazarak başladı. İlk Trakya gezisini gazeteci olarak yaptı. Aynı yıl Dahiliye Nezareti'nde Talat Paşa'nın hususi kalem memuru oldu. İkinci Trakya ve Bükreş gezilerini hem bu sıfatla, hem de gazeteci olarak yaptı. Büyük Savaşın ilk yıllarında Suriye'de Cemal Paşa'nın yanında Dördüncü Ordu Karargahı İkinci Şubesi'nde ihtiyat zabitiydi, ancak bütün siyasal ve yönetsel işlere bakan şubenin şefiydi. Savaşın son yılında da Cemal Paşa bahriye nazın olunca, Balıriye Nezareti hususi kalem müdür muavini oldu. Bir süre de Çarkçı Okulu'nda Türkçe ve edebiyat dersleri okuttu.
Birinci Dünya Savaşı'na ilişkin yazılarını Ateş ve Güneş (1918) kitabında topladı.
Kazım Şinasi Dersan, Necmettin Sadak ve Ali Naci Karacan'la birlikte çıkardıkları Akşam gazetesinde (1918), Günün Fıkraları başlığı altında sürekli yazılar yazdı. Burada Kurtuluş Savaşı'nı, Mustafa Kemal'i destekleyen yazılarından dolayı idam isteğiyle Divanıharbe verildi. Yargılamanın uzaması, ardından da İnönü Zaferi'nin kazanılması üzerine serbest bırakıldı.
10 Eylül 1922'de Anadolu'ya geçti. Tanin ve Hakimiyet-i Milliye'deki yazılarıyla Mustafa Kemal'i, Milli Mücadele'yi desteklemeyi sürdürdü. Savaşın ardından Yunan ordusunun yakıp yıktığı yerleri saptamak için kurulan Tetkik-i Mezalim Heyeti'nde Halide Edip, Yakup Kadri, Mehmet Asım'la birlikte yer aldı, tüm Batı Anadolu'yu dolaştı.
Bolu (1923-1927) ve Ankara (1927-1950) milletvekili seçildi. 1952'de Bedii Faik'le Dünya gazetesini kurdu, ölünceye kadar bu gazetenin başyazarlığını yaptı. Ayrıca çeşitli taıihlerde Hakimiyet-i Milliye, Ulus ve Milliyet gazetelerinin başyazarlığını yapan Falih Rıfkı, yeni Türk alfabesinin hazırlanması ve uygulanması sırasında Dil Encümeni'nde ve Türk Dil Kurumu'nun kuruluşunda görev aldı.
1950'lerde Dünya gazetesinde DP'ye karşı Atatürk devrimlerini savundu. Falih Rıfkı'nın ilk yazılarının çıktığı Servetifünun ve sürekli yazdığı Tanin dışında Bu Şehbal, Şair; Nedim, Yeni Mecmua'da da yazılar yayımladı. Büyük Mecmua'dan sonra ise, sürekli olarak gazetelere yazdı.
Aralıksız 27 yıl milletvekilliği yapan Falih Rıfkı Atay, yazarlığını da bu doğrultudaki çalışmalara adadı. Atatürk devrimlerinin korunması ve Batılılaşma yolundaki çabalarıyla güçlü, başarılı bir gazeteci-yazar durumuna geldi. Atatürk' le ilgili anıları 1981'de "The Atatürk I knew, Falih Rıfkı Atay; an abridged translation of F.R. Atay's Çankaya by: Geoffrey Lewis" künyesiyle YKY yayımladı.
Atatürk'e olan bağlılığı ve yakınlığı ile tanınan Atay, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında gezi yazısı türünde en çok eser veren sanatçıdır. Cümleleri kısa, akıcı ve etkilidir. Atatürk'e ilişkin anılarını "Çankaya" adlı eserinde bir araya getirmiştir.
Falih Rıfkı Atay'ın Eserleri
Fıkra
- Eski Saat (1933)
- Niçin Kurtulmamak (1953)
- Çile (1955)
- İnanç (1965)
- Pazar Konuşmaları (1966)
- Kurtuluş (1966)
- Bayrak (1970)
- Anı (Hatıra)
- Ateş ve Güneş (Suriye ve Filistin savaş anıları, 1918)
- Zeytindağı (1932)
- Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri (1955)
- Mustafa Kemal'in Ağzından Vahdettin (1955)
- Atatürk'ün Bana Anlattıkları (1955)
- Çankaya (1961)
- Batış Yılları (1963)
- Atatürk'ün Hatıraları, 1914-1919, (1965)
- Atatürk Ne İdi? (1968)
Gezi
- Faşist Roma, Kemalist Tiran, Kaybolmuş Makedonya (1930)
- Deniz Aşırı (1931)
- Yeni Rusya (1931)
- Moskova-Roma (1932)
- Bizim Akdeniz (1934)
- Taymis Kıyıları (1934)
- Tuna Kıyıları (1938)
- Hind (1944)
- Yolcu Defteri (1946)
- Gezerek Gördüklerim (1970)
İnceleme
- Başveren İnkılapçı (Ali Suavi Üzerine, 1954)
- Atatürkçülük Nedir? (1966)
- Londra Konferansı Mektupları (1933)
- Türk Kanadı (1941)
- Kanat Vuruşu (1945)
Monografi
- Babanız Atatürk (çocuklar için, 1955)
Muzaffer İzgü
1933 yılında; Adana'da doğan yazar, yoksul bir çocukluk geçirdi. Bulaşıkçılık, garsonluk, sinemalarda gazoz satıcılığı gibi işlerde çalıştı ve aynı zamanda da eğitimine devam etti. Diyarbakır İlköğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra öğretmen olarak görev yaptı.
Mizah öğelerinden faydalanarak, toplumun aksayan yönlerini okuyuculara aktardı. Bazı eserleri TV'ye uyarlanan İzgü; 1977 yılında, Akşehir Ulusal Gülmece Öyküsü Yarışması'nda üçüncülük, "Donumdaki Para" adlı kitabıyla Türk Dil Kurumu Öykü ödülü'nü, "Dayak Birincisi" adlı çocuk romanıyla da Bulgaristan Altın Kirpi Ödülü'nü kazandı.
Milliyet Sanat Dergisinin açtığı bir yarışmada ikincilik ödülü, Çocuk Kitapları Fuarı'nda "Uçtu Uçtu Ali Uçtu" masalıyla birincilik ödülleri sahibi olan yazar, emekli olduktan sonra, İzmir'e yerleşti.
Muzaffer İzgü Eserleri
Öykü, Mizah
- Bando Takımı (1975)
- Donumdaki Para (1977)
- Deliye Her Gün Bayram (1980)
- Sen Kim Hovardalık Kim (1980)
- Her Eve Bir Karakol (1980)
- Devlet Babanın Tonton Çocuğu (1981)
- Lüplüp Makinesi (1982)
- Kasabanın Yarısı (1982)
- Demokrasimiz Kaç Para Eder (1988)
Roman
- Gecekondu (1970)
- İlyas Efendi (1971)
- Halo Dayı (1973)
- Korkak Kahraman(1998)
Oyun
- Karadüzen (1971)
- İnsaniyettin (1972)
- Reçetesi Peçete (1974)
- Utanmıyorum Üşüyorum (1975)
- Lütfen Kızımla Evlenir Misiniz?
Çocuk Kitapları
- Bülbül Düdük (Çocuk romanı, 1980)
- Ekmek Parası (1979)
- Çizmeli Osman (1980)
- Pazar Kuşları (1980)
- Uctu Uçtu Ali Uçtu (1980)
- Ökkeş dizisi.
- Konuşan Balon
- Karlı Yollarda(1982)
- Bandocu Çocuk
- Anaannem sihirbaz (2003)
- Yaşasın anaannem spor (1979)
Ödülleri
- 1977 - Nasrettin Hoca Gülmece Öykü Yarışması; üçüncülük ödülü, Hıdır Baba öyküsüyle
- 1977 - Akşehir Ulusal Gülmece Öyküsü Yarışması üçüncülük ödülü
- 1977 - Milliyet Sanat Dergisi Gülmece Öykü Yarışması'nda ikincilik ödülü, Anayasa, Hangi Anayasa öyküsü ile
- 1978 - Türk Dil Kurumu Öykü ödülü, Donumdaki Para adlı hikâye kitabıyla
- 1980 - Bulgaristan Altın Kirpi Ödülü, Dayak Birincisi adlı hikâye kitabıyla
- İstanbul Uluslararası Çocuk Kitapları Fuarı birincilik ödülü, Uçtu Uçtu Ali Uçtu masalıyla.
- 1997 - TÖMER En Başarılı Çocuk Kitapları Yarışması İkincilik ödülü
Aziz Nesin
Asıl adı Mehmet Nusret Nesin olan ve edebiyatımızın en sağlam direklerinden biri olan Aziz Nesin, 1915 tarihinde Heybeliada’da doğmuştur. Aziz Nesin’in babası Abdülaziz Bey, oğluna çok küçük yaşlarda çeşitli Kur’an surelerini okutarak ona ilk eğitimini vermeyi amaçlar. Okul çağı gelince ise Aziz Nesin, babasının isteği üzerine hafız olma gayreti ile mahalle mektebine yerleştirilir. Bu sırada Ali Galip ile tanışan Aziz Nesin, birçok anlatısında ondan Galip Amca diye bahseder ve hayatında büyük bir öneme sahip olduğunu söyler.
Bir kaynakta o yılları ve Ali Galip’i Aziz Nesin şu şekilde kaleme almıştır;“Galip Amcam bir roman: Arapça, Farsça, Fransızca ve yüksek matematik bilen, şiirler yazan bir Rufai ve Kadiri dervişi… Zamanına göre çok devrimci ilerici bir adam olduğu için,ne hocalarla ne şeyhlerle uyuşabilirdi; bu yüzden işi gücü de yoktu. Hem de hattattı hem de beste yapardı, hem de marş bile bestelerdi.”
“Beni Galip Amcam okuttu. İlkin ondan okuma yazma öğrendim, sonra Arapçaya başladık; Emsile, Bina, Maksut… Sekiz yaşımda hafız oldum.” *
Bu şekilde bir eğitim sürer iken Aziz Nesin bir süre sonra mahalle mektebinden ayrılarak Kanuni Sultan Süleyman İptidaî Mektebinin sınavına girer ve sınavda daha önce Ali Galip’ten aldığı dersler neticesinde üstün bir başarı göstererek okula başlar. Ancak bir süre sonra babası her zamanki define arama işine başlar ve uzun bir süre kendisinden haber alınamaz. Bunun üzerine o yıllarda babasız çocukların okutulduğu Darüşşafaka’ya yazdırılır. Ancak babasının sağ olduğunu bilen Aziz Nesin vicdani bir huzursuzluğa sahip olur ve sürekli okuldan kaçmaya başlar. Bu kaçışlar nedeniyle Aziz Nesin, okuldan atılır.
Bu günlerde annesini de kaybeden Aziz Nesin, bazı uğraşlar neticesinde sınava girerek ilkokul diploması alır ve ortaokula başlar. Annesinin ölmeden önce onun okuması ile ilgili kurduğu cümlelerden etkilenen Aziz Nesin, okulunda büyük başarı gösterir. Son olarak 1935 yılında Kuleli Askeri Lisesini bitirerek Harp Okulu’na geçer. Buradan subay olarak mezun olan Aziz Nesin, 1937 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer ve birçok sanat dersi alır. Bir yandan Askeri Fen Tatbikat Okulu’nda eğitim gören Aziz Nesin, bu okulu 1939 yılında bitirir. Ancak bu okulda Vedia Hanım ile tanışır ve mezun olduğu yıl evlenir. Vedia Hanım ile Aziz Nesin’in Ateş ve Oya adında çocukları olur ancak 1948 yılında boşanırlar.
Aziz Nesin, okulun son yılında Vedia Nesin imzası ile aşk şiirlerini yayımlar. Mezuniyetten sonra ise 1944 yılında Aziz Nesin takma adıyla “Millet” dergisinde hikâyelerini yayımlar. Bir yıl sonra “Tan” gazetesinde yazılarını yayımlayan Aziz Nesin, giderek sahip olduğu mizah yönünü karakteristik bir şekilde okuyucuya sunmaktadır. Ancak siyasi nedenler nedeniyle Tan gazetesi kapatılır. Bu kapatılma mevzuu Aziz Nesin için adeta bir gelenek haline gelecektir. 1946 yılında çalıştığı “Gerçek” adlı gazete de yirmi beşinci sayısında kapatılır. Aynı yıl Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Sabahattin Ali ve karikatürist Mim Uykusuz ile birleşerek “ Markopaşa” yı çıkarırlar. Edebiyatımız için son derece önemli olan bu mizah dergisi içinde politik mizahı barındırarak o yıllarda büyük bir başarı elde eder. Ancak baskın erk, siyasi bir gülmeceye izin vermez ve dergi belirli sürelerde defalarca kapatılır. Aziz Nesin ve diğerleri bu duruma boyun eğmeyerek dergiyi çeşitli adlar ile yayımlamaya devam ederler. Bu şekilde bir savunma mekanizması ancak ve ancak 1950 tarihine dergi ve derginin basıldığı matbaa kapatılana kadar devam eder.
Aziz Nesin, bu tarihten sonra “Baştan” adında bir dergi çıkarır ancak bu dergi de kapatılır. Ardından kalemi ve kendisi son derce güçlü olan Nesin, pes etmez ve “Yeni Baştan” adında bir başka dergi çıkarır. Bu dergi de Fransızcadan aktarılan bir yazı nedeniyle kapatılır. Aziz Nesin bu kapanışın ardında çeşitli işler yapar ancak 1954 yılında dönemin önemli dergilerinden “Akbaba” da yazılar yazmaya başlar. Bir yıl sonra edebiyatımızın en önemli isimlerinden Kemal Tahir ile “Düşün” adında bir yayınevi kurar. Ancak yayınevi 1962 tarihinde belirsiz bir nedenden dolayı yanar.
Yazdıklarından ötürü birçok kez tutuklanarak hapis cezasını çarptırılan Aziz Nesin, politik baskılardan dolayı onlarca takma isim kullanmıştır. Aziz Nesin tüm bu baskılara rağmen ülkesinden, mizahından, kaleminden vazgeçmemiştir. 1972 yılında kurduğu Nesin Vakfı bunun en büyük kanıtıdır. 1990 yılında ise Pir Sultan Abdal etkinlikleri dahilinde Sivas’a giden Aziz Nesin, Madımak Katliamından sağ kurtulan kişiler arasındadır. Ancak katliamda ülkenin önemli aydın ve sanatçıları yaşamını yitirir. Takvimler 1995’i gösterdiğinde ise Aziz Nesin, ulu bir çınar gibi yaşama veda eder. Arkasında örnek alınacak onurlu, mücadeleci bir yaşam ve birbirinden değerli yapıtlar bırakır.
Yazın Yaşamı
Aziz Nesin, edebiyatın birçok türünde önemli eserler kaleme almıştır. Özellikle kendine has mizahı ile yazdığı romanları beyaz perdeye de aktarılarak insanlarla buluşmuştur. Bu romanlar içinde en çok dikkat çekenler, Gol Kralı, Zübük, Yaşar Ne Yaşamaz olarak değerlendirilebilir. Bunun yanı sıra Aziz Nesin, anı, mektup, öykü, tiyatro oyunları, masalları, fıkraları ve şiirleriyle de edebiyatımızın en sağlam kalemlerinden biri olarak anılmaktadır. Aziz Nesin, tüm bu türlerde sahip oluğu gözlem gücünü ve mizah yeteneğini büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Aşağıda Aziz Nesin’in sadece öykülerinin bir kısmı ve romanlarının tamamı bulunmaktadır. Ancak o, 79 yıllık yaşamı boyunca müthiş bir üretkenlik ile onlarca eser kaleme almıştır.
Bazı Öyküleri
• Fil Hamdi
• İt Kuyruğu
• Bay Düdük
• Rıfat Bey Neden Kaşınıyor
• Ah Biz Eşekler
• Nah Kalkınırız
• Fil Hamdi
• İt Kuyruğu
• Bay Düdük
• Rıfat Bey Neden Kaşınıyor
• Ah Biz Eşekler
• Nah Kalkınırız
Tüm Romanları
• Kadın Olan Erkek
• Gol Kralı
• Erkek Sabahat
• Saçkıran
• Zübük
• Şimdiki Çocuklar Harika
• Tatlı Betüş
• Yaşar Ne Yaşamaz
• Surnâme
• Tek Yol
• Bay Düdük
• Kadın Olan Erkek
• Gol Kralı
• Erkek Sabahat
• Saçkıran
• Zübük
• Şimdiki Çocuklar Harika
• Tatlı Betüş
• Yaşar Ne Yaşamaz
• Surnâme
• Tek Yol
• Bay Düdük
Abdullah Aymaz
1949'da Kütahya'nın Emet ilçesinin Hacımahmut köyünde dünyaya gelen Aymaz, İlkokulu Hacımahmut köyünde okudu. İmam Hatip Lisesi'ni ve Yüksek İslâm Enstitüsü'nü İzmir'de bitirdi. Lise yıllarında Gurbet dergisinde yazıları yayınlandı. Tire ve İzmir'de öğretmenlikler yaptı. 1978'de yayınlanmaya başlayan Sızıntı dergisinde yazıları yayınlanan Aymaz, özel vakıf idareciliği ve eğitim hizmetlerinde bulundu. 1988 yılından bu yana gazetecilik yapmaktadır ve İsmail Yediler, Hüseyin Bayram, Safvet Senih gibi müstear isimlerle kitaplar neşretmiştir. Halen Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı ve yazarıdır. Temiz bir Türkçe, net ve açık bir ifade, "sehl-i mümteni" vasfıyla nitelendirilebilecek cümleler; Abdullah Aymaz'ın Türkçesinin belirgin karakterlerini teşkil eder.
Eserleri:
Yaratılış ve Kader, Peygamberler, Kaderin ilmi isbatı, Ölüm ve Diriliş, Kur'an ve İlimler, Zeka Tomrukları, Hep taze mucize, İbadetlerin Getirdikleri, Ruhlar ve Ötesi, Şüpheler üzerine, Sen Yusuf musun?, Kelimeler Armonisi, Hadislerin Işığında Hadiseler, Onlar Yıldız Gibiydiler, Duyduklarım, Gördüklerim, Hatıralar Işığında, Mercan Mağaraları, Gaybın Haberleri, Hikmet, Dışa Yansıyan İç Dünyamız (1-2), Miraç Şehsuvarı, Hücre Devleti.
Yaratılış ve Kader, Peygamberler, Kaderin ilmi isbatı, Ölüm ve Diriliş, Kur'an ve İlimler, Zeka Tomrukları, Hep taze mucize, İbadetlerin Getirdikleri, Ruhlar ve Ötesi, Şüpheler üzerine, Sen Yusuf musun?, Kelimeler Armonisi, Hadislerin Işığında Hadiseler, Onlar Yıldız Gibiydiler, Duyduklarım, Gördüklerim, Hatıralar Işığında, Mercan Mağaraları, Gaybın Haberleri, Hikmet, Dışa Yansıyan İç Dünyamız (1-2), Miraç Şehsuvarı, Hücre Devleti.
Hakkında Yazılanlar
Fethullah Gülen’in en yakın kadrosunda yer alan, Paralel Devlet Yapılanması’nın “büyük abi”si Abdullah Aymaz aslen Kütahyalı’dır. 67 yaşında olan Abdullah Aymaz eğitimini Kütahya Emet’te İmam Hatip Lisesi’nde aldı. Fethullah Gülen ile bu yıllarda tanıştığı ve Fethullahçı Terör Örgütü’nün ilk adımlarını bu yıllarda beraber attıkları düşünülüyor. Yüksek İslâm Enstitüsü'nü İzmir'de bitirdi öğretmenlik yapmaya başladı. 1988 yılından itibaren gazetecilik yapmaya başlamış ve İsmail Yediler, Hüseyin Bayram, Safvet Senih gibi müstear isimlerle kitaplar neşretmiştir. Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı olmuş, Zaman ve Sızıntı’da yazılar yazmıştır.
Hz. Abdülkadir Geylani (1078 - 1166)
İslâm alimlerinin ve velilerinin büyüklerinden Hazreti Abdülkadir Geylani, 1078 yılında İran'ın Geylan şehrinde doğdu. Künyesi, Ebu Muhammed'dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a'zam gibi lâkabları vardır. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost'tur. Hz. Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şerifdir. Abdülkadir Geylani, 1166'da Bağdatta vefat etti. Türbesi Bağdattadır. Onun için şu ibare meşhur olmuştur: "Veliler Sultanı Abdülkadir Geylani, aşk ile doğdu, kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile Rabb'ine vasıl oldu."
Bir gün Abdülkadir Geylani’ye, "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular.
Buyurdu ki: "Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın" dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdat'a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim" dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem" dedi. Küçük bir kafile ile Bağdat'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var" dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili" dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var" dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım" dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum" dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir."
Abdülkadir Geylani, Bağdat'a geldi ve buradaki meşhur alimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi'nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdat halkı çok yardımcı oldu ve zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek çok alim yetişti.
Abdülkadir-i Geylani, bir müddet ders verip, hak ve hakikatı anlattıktan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdat'ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.
Buyurdu ki: “Irak'ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazen uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryadını duyardım. Bazen üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada;"Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır" mealindeki İnşirah sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerimelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Devrinin ilim konusunda tek otoritesi olan Abdülkadir Geylani, tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başladı ve bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Tasavvuftaki yoluna onun ismine izafeten "Kadiriyye" adı verildi ve O’ndan ilim ve feyz alan binlerce öğrencisi çeşitli memleketlere giderek İslamiyeti anlattılar. Maddi ve manevi ilimlerdeki derinliği ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle dinin esaslarını yeniden dirilttiği için kendine "dinin dirilticisi" anlamında "Muhyiddin" denmiş, O da bu ismi Endülüs'te dünyaya gelen ve "Şeyhül Ekber" namıyla ün salan manevi evladı İbni Arabi'ye vermiştir.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile olan pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
"İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması."
"Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalp ile itiraf etmek ve dille söylemektir."
"Kalp dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz."
"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Hz. Muhammed (S.A.V.); "Hayat, ahiret hayatıdır" buyurdu."
"Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir."
"Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir."
"Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir" buyuruyor (Bekara suresi: 153)
"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz."
"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Hz. Muhammed (S.A.V.); "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür" buyurdu."
Bir gün Abdülkadir Geylani’ye, "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular.
Buyurdu ki: "Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın" dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdat'a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim" dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem" dedi. Küçük bir kafile ile Bağdat'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var" dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili" dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var" dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım" dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum" dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir."
Abdülkadir Geylani, Bağdat'a geldi ve buradaki meşhur alimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi'nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdat halkı çok yardımcı oldu ve zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek çok alim yetişti.
Abdülkadir-i Geylani, bir müddet ders verip, hak ve hakikatı anlattıktan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdat'ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.
Buyurdu ki: “Irak'ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazen uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryadını duyardım. Bazen üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada;"Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır" mealindeki İnşirah sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerimelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Devrinin ilim konusunda tek otoritesi olan Abdülkadir Geylani, tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başladı ve bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Tasavvuftaki yoluna onun ismine izafeten "Kadiriyye" adı verildi ve O’ndan ilim ve feyz alan binlerce öğrencisi çeşitli memleketlere giderek İslamiyeti anlattılar. Maddi ve manevi ilimlerdeki derinliği ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle dinin esaslarını yeniden dirilttiği için kendine "dinin dirilticisi" anlamında "Muhyiddin" denmiş, O da bu ismi Endülüs'te dünyaya gelen ve "Şeyhül Ekber" namıyla ün salan manevi evladı İbni Arabi'ye vermiştir.
Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile olan pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
"İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması."
"Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalp ile itiraf etmek ve dille söylemektir."
"Kalp dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz."
"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Hz. Muhammed (S.A.V.); "Hayat, ahiret hayatıdır" buyurdu."
"Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir."
"Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir."
"Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir" buyuruyor (Bekara suresi: 153)
"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz."
"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Hz. Muhammed (S.A.V.); "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür" buyurdu."
Abdülhak Şinasi Hisar (1883 - 1963)
1883'te İstanbul'da doğdu. 3 Mayıs 1963'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Türkiye'de ilk edebiyat dergilerinden 1882-1883'te yayınlanan Hazine-i Evrak'ın yayıncısı, öykü ve eleştiri yazarı Mahmud Celaleddin Bey'in oğlu.
Babası ona hayranlık duyduğu iki şair Şinasi ile Abdülhak Hamit Tarhan'ın adlarını verdi. Çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca'daki konaklarda geçti. Mürebbiyelerinden Fransızca öğrendi. Tevfik Fikret'ten Türkçe dersleri aldı.
1905'te Mekteb-i Sultani'yi (Galatasaray Lisesi) bitirdi. 1905-1908 arasında Paris'te Siyasal Bilgiler Yüksekokulu'nda öğrenim gördü. Jön Türk hareketine katıldı. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. 1909'da bir Fransız şirketine memur olarak girdi. 1924'te Reji İdaresi'nde çalışmaya başladı.
Balkan Birliği Cemiyeti Genel Sekreterliği yaptı. 1945'te Uluslararası Barış Kongresi'ne katılmak üzere ABD'ye gitti. 1984'ten sonra ölümüne değin sürekli İstanbul'da kaldı. 1921'den sonra "Dergâh" dergisinde "Kitaplar ve Muharrirler" başlığıyla yazdığı eleştirilerle adını duyurdu.
Yarın, İleri ve Medeniyet dergilerinde şiirleri, eleştirileri yayınlandı. Cumhuriyet'ten sonra Ağaç, Türk Yurdu, Ülkü ve Varlık dergileriyle, Milliyet ve Dünya gazetelerinde yazdı. İlk romanı "Fahim Bey ve Biz" 1942 Cumhuriyet Halk Partisi yarışmasında üçüncülük ödülü aldı. Bu eser eleştirmenler tarafından "akıcı bir dil ve yetkin bir üslupla kaleme alınmış" diye değerlendirildi.
Romanlarında Rumelihisarı, Büyükada, Çamlıca üçgeninde varlıklı, gününü gün eden, sorunsuz insanların yaşamlarını yansıttı. Bu çevrelerin dışındaki yaşamı basit ve aşağı buldu. Fransız edebiyatçılardan etkilendi. Kahramanlarının hepsini dengesiz, gariplikleri olan, içine kapanık, başarısız ve hayalleriyle avunan kişiler olarak kurguladı. Olaylardan çok kahramanlarının duygu ve düşüncelerine öncelik verdi. Şiirsel bir dil ve özgün bir teknik kullandı.
ESERLERİ
ROMAN:
Fahim Bey ve Biz (1941)
Çamlıca'daki Eniştemiz (1944)
Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952)
Çamlıca'daki Eniştemiz (1944)
Ali Nizami Bey'in Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952)
ANI VE DENEME:
Boğaziçi Mehtapları (1943)
Boğaziçi Yalıları (1954)
Geçmiş Zaman Köşkleri (1956)
Boğaziçi Mehtapları (1943)
Boğaziçi Yalıları (1954)
Geçmiş Zaman Köşkleri (1956)
İNCELEME-ANTOLOJİ:
İstanbul ve Pierre Loti (1958)
Yahya Kemal'e Veda (1959)
Ahmet Haşim'in Şiiri ve Hayatı (1963)
Aşk İmiş Her Ne Var Alemde (1955, antoloji)
Geçmiş Zaman Fıkraları (1958, antoloji)
Yahya Kemal'e Veda (1959)
Ahmet Haşim'in Şiiri ve Hayatı (1963)
Aşk İmiş Her Ne Var Alemde (1955, antoloji)
Geçmiş Zaman Fıkraları (1958, antoloji)
17 Eylül 2016 Cumartesi
Bilgisayar güvenliğinizi kontrol edin
- 1) Muhakkak Anti-Virüs Programı Kullanıp Update Edin.
- 2) Firewall Kullanın [Zone Alarm Veya sygate]
- 3) Spy ve Ad Silici Programlar Kullanın Spysweeper Tarzında
- 4) Mecbur Kalmadığınız Durumlarda Halka Açık Yerlerde İnternet Cafe vb. Yerlerde Mail adreslerinize banka Hesaplarınıza Giriş yapmayın Keylogger Tarzı Programla Şifreleriniz Kolaylıkla Çalınır.
- Aynı Zamanda Pc'den Kalkarken
- a) MSN Messenger için Başlat> Çalıştır> control keymgr.dll yaparak kendi accountuzunu siliniz.
- b) CTRL+Shift+Alt+g ye basın (yaygın bir keylogger çıkarsa herşeyi silin).
- c) Araçlar> İnternet seçenekleri> İçerik> Otomatik tanımlama> Form Parolalarını Silin.
- d) Ctrl+Shift+Del ile çalışan programları gözleyin.
- e) Banka hesaplarının girişi mouse ile tıklanarak doğrulanarak çalınmaz demeyin bal gibi çalınır nasıl mı ekran recorder'la gayet basit çalınır.
- 5) Konuşma ortamında hiçbir kredi kartı vb. gibi bilgilerinizi vermeyin. Neden trojan yediysen alınan bir screen shotta herşeyiniz gözükebilir.
- 6) Hiç kimseye ne şartta olursa olsun mail şifrenizi vermeyin.
- 7) Maillerinizin güvenlik sorularını adam akıllı tahmin edilmeyecek bir şey yapın. Aman Bir yere Yazın Kendiniz Unutmayın.
- 8) Maillerinize 2. Mail Adreside Koyun Yani şifreniz Oraya Gelir unutursanız.
- 9) Online MSN'de vb. daha tanımadığınız Kişilerden Kız Tavlayacağım diye virüs trojan yemeyin. Hiçbir Dosyayı kabul etmeyin
- 10) Mailinize giriş yaptıysanız kolay kolay siz sign out demeden çıkmazsınız. Inbox'a gelebilecek mailler daima dikkatli olun gözünüz Herzaman Adres Çubuğunda Olsun Son Anda Yırtarsınz.
- 11) Internet çektiğiniz dosyaları virüs taramasından geçiriniz sonra çalıştırınız.
- 12) Mümkünse SP2 kurun ne kadar sisteminiz yavaşlıyor desenizde eğer kurmayacaksınız.
- 13) Nuke Saldırıları için özellikle firewall kullanmam diyenler limitleyici kullansınlar
- 15)olabildiğince ipinizi gizleyin proxy kullanın.
Araçlar> İnternet Seçenekleri> Bağlantılar> Yerel Ağ Bağlantılarında Hızlı Bir Proxy Kullanın onunla uğraşamam diyenler steganos internet anonimity adlı programı kullanarak devamlı ip değiştirerek sörf yapabilirler.
16 Eylül 2016 Cuma
Dennis Ritchie ve Ken Thompson
ÜNLÜ HACKERLAR
Takma adları: Dmr ve Ken
- Nasıl şöhret oldular?
Bilgisayar bilimlerinin efsanevi kalesi olan Bell Laboratuvarları'nın yaratıcı gücü Ritchie ve Thompson, UNIX'i 1969 yılında yarattı. Küçük bilgisayarlarda, genel hesaplama, kelime işlemci ve ağ kurma (general computing, word processing and networking) için kullanılan bu program, daha sonra standart bir dil haline geldi.
- İlginç notlar
Thompson'un UNIX'inden yola çıkarak yine Bell Laboratuvarları'ndan Rob Pike, Plan 9 adlı yeni nesil işletim sistemini geliştirdi. Ritchie, her ne kadar C programlama dili yazarlarından olsa da; kendisinin en sevdiği dil Alef'ti. Thompson ise bir seferinde MiG-29 ile uçmak için Moskova'ya gitmiş amatör bir pilottu.
John Draper
ÜNLÜ HACKERLAR
Takma Adı: Kaptan Crunch
- Nasıl şöhret oldu ?
Kaptan Crunch, 1970'lerde bir mısır gevreği kutusundan çıkan plastik düdükle yaptığı araçla bedava telefon görüşmesi yapmayı başardı. Telefon şebekesi, düdükten çıkan 2600 Hertz'lik sesi, sinyal olarak algılıyor ve bedava telefon görüşmesi yapılabiliyordu. Kaptan Crunch, interneti değil ama bugün onun bir parçası olan telefon hatlarını ilk hack eden isim olarak tarihe geçti.
- İlginç notlar
Silikon Vadisi'nde çalışan Draper, geçtiğimiz aylarda telefon hatlarını nasıl hack ettiğini anlatmak üzere İstanbul'a geldi.
Mark Abene
ÜNLÜ HACKERLAR
Takma adı: Phiber Optik
- Nasıl şöhret oldu?
Masters of Deception adlı hacker grubunun kurucularından olan Phiber Optik, binlerce gencin Amerika'nın telefon sistemini konusunda "araştırmalar" yapmasına esin kaynağı oldu. Amerikan federal mahkemesi, ibret olsun diye Abene'yi, bir yıl hapse mahkum etti. Hapishanede, büyük bir ilgiyle karşılandı. New York Magazine ise, onu "New York şehrinin en zeki 100 kişisinden biri" olarak nitelendirdi.
- İlginç notlar
New York'ta annesinin çalıştığı şirketin elektronik deposunda takılırken ilk defa Apple II, Tmex Sinclair ve Commodore 64 ile tanıştı. Kendisine ait ilk bilgisayarı ise Radio Shack TRS-80 idi.
Telefon alıcısı üzerine deneyler yapan Abene, alıcı üzerinde o kadar çok çalışma yaptı ki, aletin tellerinin bir arada durması için elektrik bandı ile sarılıp takviye edilmesi gerekti.
Robert Morris
ÜNLÜ HACKERLAR
Takma adı: rtm
- Nasıl şöhret oldu ?
Babası, Amerikan Ulusal Güvenlik Bölümü'ne bağlı Bilgisayar Güvenliği Merkezi'de şef olarak çalışan Morris'in 1988 yılında kazayla internet ortamına yayılan worm'u (solucan) birçok bilgisayara bulaştı ve kullanılmaz hale getirdi. Bu kaza sayesinde, daha önceden belli bir kesim tarafından bilinen "hacker" terimi kitlelerin diline dolandı.
- İlginç notlar
Bilgisayarla evde tanıştı. Daha ilk gençlik çağında Morris'in Bell Laboratuvarları'nın bilgisayar ağında hesabı ve hacker akımına ilk katılanlardan olduğu için ayrıcalıklı kullanıcı statüsü vardı. 1990'da Legion of Doom adlı bir hacker grubu üyesi olan Erik Bloodaxe'in evine baskın düzenleyen polis, yaptığı aramalarda Morris'in internet worm'unun kaynak kodunun bir kopyasını buldu.
Kevin Mitnick
ÜNLÜ HACKERLAR
Mitnick, fotoğrafı FBI'in "En Çok Arananlar" listesinde yer alan ilk hacker olarak kayıtlara geçti ve neredeyse listeden hiç eksik olmadı. "İflah olmaz bir suçlu" olan çocuk ruhlu Mitnick "Sanal Dünya'nın Kayıp Çocuğu" olarak da tanındı. Büyük bir şirketi hack ederek milyonlarca dolara zarara uğrattığı için 5 yıl hapis cezası aldı.
İlginç notlar
Bir bilgisayar almak için yeterli parası olmayan Mitnick, daha yeni yetme iken bir elektronik araç satan mağazalara takılır, orada sergilenen bilgisayar ve modemleri diğer bilgisayarlara bağlanmak için kullanırdı. FBI'dan üç yıllık kaçışı boyunca arkadaşları ile haberleşmek için IRC'yi kullandı. Mitnick, bir yargıcın kendisine koyduğu "bilgisayar bağımlılığı" teşhisinin tedavisi için 1 yıllığına rehabilitasyon merkezinde kaldı.
Takma adı: Condor
Nasıl şöhret oldu?Mitnick, fotoğrafı FBI'in "En Çok Arananlar" listesinde yer alan ilk hacker olarak kayıtlara geçti ve neredeyse listeden hiç eksik olmadı. "İflah olmaz bir suçlu" olan çocuk ruhlu Mitnick "Sanal Dünya'nın Kayıp Çocuğu" olarak da tanındı. Büyük bir şirketi hack ederek milyonlarca dolara zarara uğrattığı için 5 yıl hapis cezası aldı.
İlginç notlar
Bir bilgisayar almak için yeterli parası olmayan Mitnick, daha yeni yetme iken bir elektronik araç satan mağazalara takılır, orada sergilenen bilgisayar ve modemleri diğer bilgisayarlara bağlanmak için kullanırdı. FBI'dan üç yıllık kaçışı boyunca arkadaşları ile haberleşmek için IRC'yi kullandı. Mitnick, bir yargıcın kendisine koyduğu "bilgisayar bağımlılığı" teşhisinin tedavisi için 1 yıllığına rehabilitasyon merkezinde kaldı.
Kevin Poulsen
ÜNLÜ HACKERLAR
Takma adı: Dark Dante
- Nasıl şöhret oldu ?
Poulsen, 1990 yılında Los Angeles'ta, o andan itibaren kendilerini arayan 102. kişiye Porsche marka bir araba vermeyi vaadeden bir yerel radyo istasyonun telefon hatlarını kontrolü altına aldı. Başkalarının aramasına fırsat vermeden kendisini 102. arayan kişi olarak gösteren Poulsen, emeğinin karşılığında gıcır gıcır bir Porsche 955 S2 kazandı.
- İlginç notlar
Ailesinin kendisi için aldığı TRS-80, onun ilk bilgisayarıydı. Poulsen'in telefon şirketinin treyler'ine girmek için bir takım çilingir seti vardı. Bir arkadaşı Poulsen'in telefon treyler'inin kapısındaki kilitleri açarken çekilmiş resmini, bir başka arkadaşına gösterince Poulsen yakalandı. Teşkilatın yürüttüğü gizli operasyonların adını öğrenmek için, FBI'nın sistemine girme iddiasıyla hakkında dava açıldı.
Johan Helsingius
ÜNLÜ HACKERLAR
Takma adı: Julf
- Nasıl şöhret oldu ?
Penet.fi adında dünyanın en çok tutulan anonim remailer programını (gönderenin e-mail adresinin belli olmadığı bir sistem) yazdı. Fakat 1995 yılında Finlandiya'da Scientology Tarikatı'nın bu programı satın alan bir üyesinin, tarikatın sırlarını internet üzerinden yayınladığı tespit edildi. Finlandiya polisi bu olaydan dolayı ilgili kişinin kimliği açıklaması için Johan'la irtibata geçti; ama istediği cevaba ulaşamadı. Bunun ertesinde, Finlandiya mahkemesinden Johan'ın bu remailer programını kullanan kişilerin gerçek e-posta adreslerini açıklaması ile ilgili bir karar çıktı. Bu durumda Johan'ın yapabileceği tek şey kalmıştı: O da 1996'da programı kullanım dışı bıraktı.
- İlginç notlar
200 megabyte hard disk'li bir bilgisayarda, dünyanın en çok kullanılan ve en hızlı remailer programını çalıştırdı.
Vladimir Levin
ÜNLÜ HACKERLAR
Takma adı: Bilinmiyor
- Nasıl şöhret oldu?
Rusya'nın St. Petersburg Üniversitesi'nden matematik diploması olan Levin, Citibank'ı internet sayesinde 10 milyon dolar dolandıran bir hacker grubunun lideri olduğu gerekçesi ile 1995 yılında Londra'da Interpol tarafından tutuklandı.
- İlginç notlar
Bilgisayarla nasıl tanıştığı bilinmiyor. St. Petersburg'da çalıştığı AO Saturn adlı şirketteki ofis bilgisayarı ile Citibank'ın sistemine girmekle suçlandı. Evinde arama yapan Rus polisi, Levin'in bilgisayarının, bilgisayar oyunlarının ve disketlerinin yanı sıra; video kamerasına, müzik hoparlörlerine ve televizyon setine de el koydu. Levin, kendisini savunmak için görevlendirilen tanınmış bir avukatın aslında FBI ajanı olduğu iddiasında bulundu.
Richard Stallman
ÜNLÜ HACKERLAR
- Richard Stallman
Takma Adı: Yok (saklayacak bir şey yok ki!)
- Nasıl şöhret oldu ?
Eski hacker'lardan Stallman, 1971'de MIT'in yapay zeka laboratuvarında işe girdi. O sıralarda Harvard Üniversitesi'nde öğreciydi. Geliştirdiği yazılımın, kişisel haklara saldırıda kullanıldığı görüldü. Stallman, daha sonraları Free Software Foundation'u (Bedava Yazılım Vakfı) kurdu.
- Bilgisayarla nasıl tanıştı ?
1969 yılında, IBM'nin New York Bilim Merkezi'nde. O zamanlar, 16 yaşındaydı.
- İlginç notlar
Stallman, 1980'lerin başında MIT ile kadrolu olarak çalışmayı bıraktı; fakat oradaki bir ofiste çalışmalarını sürdürmeye devam etti. O sıralarda GNU adında yeni bir işletim sistemi geliştirdi.
Bilgisayar Virüsleri
- VİRÜS NEDİR?
Virüs, genellikle başka bir dosyanın arkasına gizlenmiş ve dosya çalıştırıldığında bilgisayarda beklenmeyen ve istenmeyen olaylara neden olan programlardır. Virüs yazılımları, diğer yazılımlardan farklı olarak kötü niyetle, zarar vermesi için hazırlanmıştır. Virüsler kendilerini kopyalayabilme, çalıştığınız dosyalara sıçrayabilme ve maksatları dahilinde dosya silebilme, dosya içeriğini değiştirip çalışmaz hale getirebilme özelliğine sahiptir.Bütün bunları kullanıcının haberi olmaksızın ve hiç bir komuta gerek görmesizin yapabilmektedirler.
- VİRÜS TÜRLERİ
Worms(Solucanlar): Adını aldıkları canlılara benzeyen bu virüsler, girdikleri bilgisayar sistemimde birtakım 'delikler' açar. Kendilerini kopyalama özelliğine sahiptirler. İnternet yada yerel ağ üzerinde bilgisayardan bilgisayara yayılırlar. Bazıları zararsızdır ancak sistemde yer kaplar ve bilgisayarı yavaşlatırlar. Bazıları ise zararlıdır ve bilgisayara zarar verir.
Trojan Virüsleri: Bu virüsler kendilerini kopyalayıp çoğalmazlar. Bilgisayara girdiklerinde kendisini özellikle gönderen kişinin buyruğuna girer ve ona hizmet ederler. Eğer bu hizmet kötü niyetli bir kişiye yapılıyorsa bu kişinin keyfiyetine bağlı olarak bilgisayarınızdaki bilgileri kaybedebilir, istemediğiniz bilgilerin bilgisayarınıza girmesini sağlayabilir, gizli dosyalarınıza ulaşabilir, modem yada hard diskiniz bozulabilir.
Macro Virüsleri: Word Excel gibi makro kullanımına olanak sağlayan programların dosyalarına bulaşan virüslerdir. Bunlar Word yada Excel kullanarak hazırladığınız belgeye yerleşir ve bu belgeye her girişte aktif hale geçer.
Boot Virüsleri: Disketlerin 'boot sector' veya sabit disklerin 'master boot sector' diye isimlendirilen ilk sektörlerine sıçrarlar ve çoğalarak diğer bilgisayarlara disketler, e-mail gibi yöntemlerle bulaşır ve yayılırlar. Bulunması ve temizlenmesi en kolay virüslerdir çünkü yerleri bellidir.
Dosya Virüsleri: Com, Exe gibi çalışabilir dosyalara bulaşırlar ve bu dosyalardan diğer dosyalara sıçrarlar. Ne kadar dosyaya sıçradıklarına bağlı olarak dosyanın boyutunu arttırırlar. Dosyaya bulaşan virüs yazılımı dosyanın sonunda bazende ortasında olabilir. Bu virüsler hafızada kalabilme özelliğine sahiptirler.
Bilgisayar Virüsleri: Sisteminize bulaştıktan sonra zarar verecekleri zamanı beklerler. Birçoğunun içinde zaman ayarı vardır. Verdikleri zarar tamamen programlara yöneliktir. Yani bilgisayar virüsleri donanım parçalarına fiziksel zarar veremezler. Yapabilecekleri programınızı silmek ve değiştirmektir. Bunun dışında klavye ve farenizi geçici olarak kullanmanızı engelleyebilir, ekrana değişik yazılar yazabilir yada yazıcınıza sizin vermediğiniz komutlar gönderebilir.
- VİRÜSLERİN ZARARLARI
Virüsler genel olarak bilgisayarınızdaki programlara, dosyalara ve bilgisayarınızın donanım elemanlarına çeşitli zararlar verebilir. Bu zararlar bilgisayarınızdaki bilgileri kaybetmek, istemediğiniz bilgilerin bilgisayara girmesi, kullandığınız dosyaların içeriğinin değişmesi veya silinmesi, kullandığınız bilgisayar programlarının bozulması ve çalışmalarının yavaşlaması, bilgisayarınızdaki modem yahut hard disk gibi donanım elemanlarının bozulması şeklinde olabilir.
- YAYILMA YÖNTEMLERİ
Eskiden en popüler virüs yayılma yolu, bir bilgisayardan diğerine disket ile dosya aktarımı idi. Günümüzde ise, bilgisayar ağlarının oldukça yoğun kullanılması, herkese açık dosya arşivleri ve internet üzerindeki popüler etkileşimli ortamlar virüslü programların yayılması için oldukça uygun diğer ortamlar haline gelmişlerdir. Ayrıca e-mail yoluyla gelen dosyaların kontrolsüz kullanımı ile de virüsler yayılmaktadır.
- KORUNMA YOLLARI
Bilgisayarınıza bir virüs temizleme programı kurun ve kısa aralıklarla güncelleyin. MSDOS'ta çalışacak bir virüs programınız olsunki windows çalışmadığı virüsten etkilendigi zaman kullanin. Virüs temizleme programınızın tanımadığı bir virüsün bilgisayarınıza girebileceğini gözardı etmeyin. Mutlaka bir açılış disketiniz olsun ve disketin kayıt yapabilme özelliğini devreye sokmayın. Bilgisayarınızı açıp kapatırken disket sürücüde disket olmamasına özen gösterin. Önemli dosyalarınızın (sistem dosyaları, önemli kişisel dosyalar....vb) yedeklerini almaya çalışın. Tanımadığınız kisilerden gelen, şüphelendiğiniz e-mailleri açmayın virüs taramasından geçirin. Başkalarından aldığınız disketlerdeki programları, dosyaları virüs taramasından geçirmeden çalıştırmayın. Güvenlik sertifikasi olmayan tanınmamış internet sitelerinden program yüklemeyin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)