29 Ağustos 2016 Pazartesi

Fedakar Türk Genci

Atatürk, Kurtuluş Savaşı için Anadolu’ya geçtikten ve Erzurum Kongresi’ni yaptıktan sonra Sivas’a dönmüş, orada ikinci kongreyi açmıştı. Bu sırada lise binasında yatıyor; toplantılar yapıyordu. En basit ihtiyaçlarını bile temin edecek halde değildi; bazı geceler sabahlara kadar küçük petrol lambasının cılız ışığında çalışıyordu.

Bir aralık lise binasına baskın yapılacağı ve Atatürk’ün yakalanıp asılacağı hakkında şehirde haberler dolaşmaya başladı.

Atatürk’ün hizmetini basit fakat temiz ruhlu, fedakar bir Türk genci yapıyordu. Bu delikanlının babası gizli ve sık sık geliyor; oğluna:
- Etme, eyleme; evine dön; bugün yarın şehir basılacak; Mustafa Kemal ve arkadaşları yakalanacak. Onlar her şeyi göze almışlar; sen aileni düşün, diyordu.

Atatürk bu geliş gidişin farkına vardı; bir gün delikanlıyı yanına çağırdı ve sordu:
- Sık sık sana gelen kimdir?
- Babam!...
- Ne istiyor?
- Delikanlı her şeyi anlattı. O zaman Atatürk, ona doğru biraz daha ilerledi; elini omuzuna koydu ve dedi ki:
- Hizmetinden memnunum, fakat baba hakkı büyüktür. Madem ki razı olmuyor, git! Git, fakat babana söyle ki, vatan elden giderse evladın ne önemi kalır?

19 Ağustos 2016 Cuma

Türk Asrı

Türk Milleti, 16.Asırda en güçlü ve ihtişamlı dönemini yaşayıp, medeniyette en ileri seviyeye ulaşmıştır. Bu asırda Osmanlı İmparatorluğu üç kıtaya hakim olmuş ve tam anlamıyla günümüzde süper güç tabir edilen konuma gelmiştir. Öyle ki dönemin en güçlü ülkelerinden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile yapılan bir antlaşmada Osmanlı Vezir-i azamı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hükümdarı denk kabul edilmiştir. Yani Osmanlı’nın 2.adamı ancak diğer ülkeleri muhatap alacak seviyededir.

16.Asırda Türkler, her sahada dâhi devlet ve ilim adamları yetiştirmiştir. Pîri Mehmet Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Ayas Paşa, Hadım Süleyman Paşa, Rüstem Paşa, Semiz Ali Paşa, Sokullu Mehmet Paşa gibi büyük sadrazamlar, Barbaros Hayrettin Paşa, Aydın Reis, Pîr-î Reis, Turgut Reis, Seydî Ali Reis gibi yaman kaptan-ı deryâlar, Piyâle Paşa, Uluç Ali Reis gibi namlı denizciler, Devlet Giray, Lala Mustafa Paşa gibi ünlü kumandanlar, Mimar Sinan, Karahisarî, Nakkaş İbrahim, Fuzûlî, Bâkî gibi ölümsüz eserler bırakan dev sanatçılar, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlar hep bu asırda yaşamışlardır.

Mimar Sinan’ın yaptığı Selimiye Camii de Türk ihtişamı devrinin tacını teşkil etmiştir. Türk sanatının en muhteşem eseridir. Mimar Sinan, Selimiye için "ustalığımın eseri" demiştir. Yine bu dönemde Bâkî’de yazdığı şiirler ile Sultan-üş Şuara unvanı almış ve İran şiiri seviyesini geçmiştir.

Türk Asrı’nda kara orduları Mohaç Meydan Savaşı ile iki saatte Macaristan Ordusunu yenerken, Barbaros Hayrettin Paşa yönetimindeki Türk Donanması da Haçlı Müttefik Avrupa Donanmasını Preveze Deniz Savaşı ile yenilgiye uğratacaktır.

Türk Asrı’nda artık Türk denizciliği, deha sahibi amiraller ortaya çıkaracaktır. Bu amiraller Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirerek, Avrupalıları Akdeniz’den atacak, Atlas Okyanusu’na süreceklerdi. Aynı zamanda Türk donanması, Hint Okyanusu’nda da Portekizlilerle savaşa devam edecekti. Tarihin en büyük amirallerini bir asır içinde seri halinde yetiştirme şansını elinde tutan bir devlet sayesinde Türk denizciliği, tarihin yeni bir devresine giriyordu. Bu devrede deniz faaliyetleri kara faaliyetlerinden geri kalmayacaktır. Bu, bütün Türk tarihinde istisnai bir devirdir.

Satranç Oynayan Türk Otomatı

Satranç Oynayan Otomat (Turk), 1769 yılında 6 ay kadar bir sürede yapılıp 1770'de ilk kez İmparatoriçe Maria Theresa için sergilendiğinden beri bu konu tartışılmıştır. Otomat Viyana'da İmparatoriçe Maria Theresa'nın hizmetinde çalışan yetenekli mekanikçi Wolfgang von Kempelen tarafından yapılmıştır.
İmparatoriçe Maria Theresa için yapılan bu otomat, 120 cm. uzunluğunda, 105 cm. genişliğinde ve 60 cm. yüksekliğinde akça ağaçtan ve üzerine satranç tahtası çizilmiş tekerlekli bir kabin önünde oturan bıyıklı, sarıklı ve pelerinli bir Türk figüründen oluşuyordu. Öndeki kapak açılıp dolabın ve Türk'ün içine bakıldığında irili ufaklı pek çok kaldıraç, makara ve başka karmaşık mekanik sistemler görülebilmekteydi.
Kurularak çalışan Türk, karşısındaki gönüllüyle satranç oynamaya başladığında, gözleri satranç tahtasını tarıyor, başını arada bir sallayıp satranç taşlarını eliyle hareket ettiriyordu. Yaptığı işler bunlarla da kalmıyordu; pek çok oyunda rakibini yenmeyi de başarıyordu. Yaptığı hamlenin bittiğini başını üç kez sallayarak belirten otomat, maç sonrasında seyredenlerden gelen soruları satranç tahtasının yanında bulunan özel bir tepside harfleri birleştirerek yanıtlayabiliyordu.
Türk’ü izleyenler onlarca yıl boyunca onun sırrını çözmeye çalışmışlardı. Bazıları çok ilginç teoriler üretmişler ve bu açıklamalara gazetelerde geniş yer verilmişti. Bir teoriye göre satranç taşlarının içine yerleştirilen mıknatıslar sayesinde Türk taşları oynatıyordu. Bir başka teori ise kuklanın içine bir çocuğun girmiş olduğunu savunuyordu.
Dr. Gamaliel Bradford ve ünlü yazar Edgar Allen Poe en akılcı çözümleri üretenler olmuştu. Edgar Allen Poe, otomaton hakkında yazdığı Maelzel's Chess adlı tanıtım yazısında Mekanik Türk'ü şöyle tasvir ediyordu: "Oyunu kazanmadan önce kafasını bir zafer edasıyla sallıyor, kendini beğenmiş bakışlarla etrafına göz gezdirdikten sonra sol kolunu her zamankinden daha geriye çekiyor ve parmaklarını bir süre dinlendiriyor". Ama tabii söylenenlerin hepsi sadece teori bazında kalıyordu, kimse Türk’ün nasıl işlediğini ispatlayamıyordu. Türk’ün sahibi olan kişiler ve yakın çevresi de sırrı saklama konusunda çok kararlı davranıyorlardı, bu sayede uzun yıllar boyunca Türk’ün gizemi insanları ona çekti. Tabi bu sayede sahiplerine de bir miktar para kazandırdı.
Kempelen 1804'de Viyana'da öldükten sonra otomat birkaç kez el değiştirdi ve son olarak Beethoven'in yakın arkadaşı Johann Maelzel adlı bir makine mühendisi show-man'in eline geçti. Daha sonraları ilk metronomu yapacak olan Maelzel, otomatı Kempelen'in oğlundan satın almıştı. En büyük ününü bu dönemde kazanan otomat, 1809'da Napolyon ile bile oynadı.
1817-1837 tarihlerinde tüm Avrupa'yı ve Amerika'yı gezen otomat, çalışma mekanizması ve topluluklar üzerinde yarattığı etki nedeniyle birçok kitap ve makaleye konu oldu. Bunlardan en önemlisi Edgar Allen Poe'nun Kempelen hakkında yazdığı makaledir.
Satranç oynayan Türk hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler içeren The Turk, Chess Automaton (Gerald Levitt) adlı kitapta, otomatın oynadığı ve içinde Napolyon'un oyunun da olduğu 52 adet oyunun ayrıntılarını bulmak mümkündür. Bu oyunların detayları, otomat 1820 yılında Maelzel'in Londra'daki gösterileri sırasında bir arkadaşı tarafından kaydedilmişti. Bu yılı kapsayan, 1787-1837 yılları arasında otomatın içindeki kişi Jacques-François Mouret'tir.
Çalışma Şekli
Uzun süreler nasıl çalıştığı üzerinde fikirler yürütülen otomatın içinde satrançta oldukça tecrübeli biri vardı. Kempelen'in ustalığı da seyredenlerin düşündüğü gibi bir makineye satranç oynatmasında değil, kutunun içinde hiçbir şekilde görebilme olanağı olmayan birine satranç oynatabilmesidir. Makinenin içi seyirciye gösterildikten sonra satranç ustası kutunun içine giriyor ve mum ışığında iki büklüm bir şekilde hem karşısındaki oyuncunun yaptığı hamleleri takip edebiliyor hem de otomatı yönetip karşı hamleleri yaptırabiliyordu.
Mekanik Türk'ün sırrı, mekanizmanın bulunduğu kabinin içindeki bölümlerin katlanabilir olmasına ve mekanizmanın önden görüldüğü gibi kabinin tamamını kaplamamasında yatıyordu.
Kabin içinde, operatörün oyunu takip etmesine yardım eden ikinci bir satranç tahtası daha vardı. Otomatın oynadığı ana satranç tahtasının altında, her karenin altında zemberek şeklinde bir mekanizma ve her taşın altında da bir mıknatıs bulunuyordu. Bu sistem sayesinde kabin içindeki oyuncu hangi taşın hangi kareye oynadığını takip edebiliyor ve ikincil satranç tahtasında yaptığı hamleleri ana tahtaya bildiren özel düzeneği kullanarak Mekanik Türk'ü hareket ettirebiliyordu.
Bir söylentiye göre Kempelen gösterileri sırasında kazandığı paranın büyük bölümünü çok zor olan bu işi üstlenen kişiye vermek zorunda kalmıştır. Kempelen, satranç oynayan Türk'ün içinde bir insan saklaması ve toplulukları kandırması nedeniyle birçok mekanikçi ve bilim adamı tarafından şarlatanlıkla suçlanmıştır.
Kempelen'in Ardından
Kempelen'in 1804'teki ölümünün ardından Mekanik Türk elden ele dolaştı ve Johann Maelzel'e ulaştı.O zamana kadar bunun bir aldatmaca olduğundan şüphelenenler çıksa da işin sırrı yıllar boyunca tam olarak ortaya çıkmadı.
1809'da Napoleon Bonapart'ı yenen Mekanik Türk, satranç zaferlerine Fransa ve İngiltere'de devam etti. 1820'de Bilgisayar'ın babası sayılan Charles Babbage'la bir maç yaptı.
Artan borçları yüzünden Maelzel Avrupa'yı terk ederek Amerika'ya doğru yola çıktı. ABD'de başarılı bir turne gerçekleştiren Maelzel, Güney Amerika'da bunu sürdürmeyi düşündü ve Mekanik Türk'ü Küba'ya götürmeye karar verdi. Küba'da, sekreteri ve sırdaşı (ve büyük ihtimalle Mekanik Türk'ün içindeki adam olan) satranç ustası William Schlumberger öldü. Güney Amerika'da iflas eden Maelzel ABD'ye dönüşte kabininde ölü olarak bulundu ve cesedi denize atıldı.
Kendisine ün kazandıran iki önemli otomatı dışında Kempelen çok farklı konularda da çalışmıştır. Bratislava kalesine su taşıma sistemi, bugün halen kullanılmakta olan Tuna nehrinin üstündeki sarkaç şeklindeki köprü, görme yeteneğini kaybeden müzisyen ve yazar bir arkadaşının çalışmalarını yazabilmesi için geliştirdiği körler için yazma makinesi buluşlarından bazılarıdır. İmparatorluk güzel sanatlar akademisinin üyesi olan Kempelen'in el yazması gravürleri ve çizimleri de mucidin kayda değer bir sanatçı olduğunun göstergesidir.
Mezata çıkarılan Mekanik Türk'ün yeni sahibi Doktor ve cerrah John Mitchell oldu. Bir kulüp kuran Mitchell, burada kulüp üyelerine ücret karşılığı Mekanik Türk'ün sırlarını göstermeye başladı. Önceleri ufak bir şöhrete kavuşsa da Maelzel kadar başarılı bir şov adamı olmadığı için otomatı 1854 yılında Filedelfiya'daki bir müzeye bağışladı. Yapımından 85 yıl sonra Mekanik Türk "Büyük Filedelfiya" yangınında yandı ve tarihe karıştı. Mitchel'in oğlu, Mekanik Türk'ün sırlarını açıkladığı bir kitap yayınladı. Tarih boyunca 15 satranç uzmanı ve ustası Mekanik Türk'le karşılaştı, hakkından birçok kitap ve makale yazıldı. Fakat hiçbiri Mekanik Türk'ün sırrını tam olarak ortaya koyamadı. 1828'de Maelzel'in ölümünden sonra Philadelphia'da küçük bir müzeye konan otomat 1854'te çıkan bir yangın sonucunda tamamen yanmıştır.
Mekanik Türk isimli Tom Standage tarafından yazılmış kitap da 2004 yılında Saga Yayınları tarafından Gülenbilge Zanardi çevirisiyle yayınlanmıştır.

Neden Türk?
Dönemin Türk kültürünün Avrupa'da ilgi çekmesi ve Avrupa'nın büyük bölümünün Türk akınlarından nasibini alıp, uzun süre Türk egemenliği altında yaşaması nedeniyle toplumsal bellekte yer edinen, güçlü Türk imajı buna neden gösterilebilir.

Altın Elbiseli Adam

Altın elbiseli adam İskit-Saka prensidir. İsmi hakkında herhangi bir bilgi edinemediği için "Altın Elbiseli Adam" olarak tarih sayfalarına geçti. Mezarında bulunan gümüş bir kap üzerine yazılmış ve Türk Tarihinin en eski yazılı belgesi olarak kabul edilen metinde, Kazak Profesörü Olcas Süleymanof'un ilk iki kelimeyi okuyuşuna göre "Khan Uya" yani Hakanın oğludur. Yapılan C14 analizine göre 18, yazılı metne göre ise 23 yaşında hayatını kaybetmiştir. Ölümünün sebebi hakkında bir bilgiye rastlanmamıştır.
Keşif
1970 yılı arkeoloji kazılarında Türk kültür ve sanat tarihini daha da eskiye götüren coğrafi bölge, bugünkü Kazakistan’ın eski başkenti Alma-Ata’nın 50 km. yakınında, Kırgızistan’daki Issık Gölü'ne yakın Issık kasabası oldu. Kurganın bulunduğu bu bölge binlerce yıldan beri Türklerin büyük merkezlerinden olup, 6200 km²’lik yüzölçüme sahip bir bölgedir.
Türklerin ana yurdu olan Orta Asya ve Moğolistan'da 19. yüzyıldan günümüze kadar yapılan arkeolojik kazılar ciddi derecede eserler ortaya çıkarmıştır.
Kazakistan-Issık'taki bir höyüğün garaj yapımı için düzelmesi gerektiğinde buldozerler hemen harekete geçti. Sonuçta burada bir mezarın olduğu anlaşıldı. Kazıyı Kazak arkeologları ve heyet yöneticisi arkeolog Prof. Kemal Akişev gerçekleştirdi. Kurgan açılınca altın plakalarla aplike edilmiş elbiseyle giydirilmiş bir gencin iskeleti ve binlerce altından eşya bulundu.
Açılan mezarın içinden dört bine yakın altın eşya çıkarılmıştır. Mezarda ele geçen çeşitli eşyalar arasında seramik kaplar, ahşap tabaklar, 2 gümüş kupa ve yazının üzerinde yer aldığı bir gümüş çanak ile başka birçok obje vardır. 18 yaşında olması gereken genç bir prense ait cesedin üzerindeki altın zırh başlı başına bir sanat eseridir. Issık Kurganı Mısır Firavunu Tutankamon'un mezarından sonra dünyada en çok altın bulunan mezardır.
Altın Elbise
En göz alıcı ve harika nitelikteki eşya, altından yapılmış bir elbise idi. Çizmesinden başlığına, kemerinden kılıçlarına kadar her şeyi saf altın olan bir elbise.
Altın elbisenin başlığı ok ve tuğlarla süslü. Alın hizasında koç, geyik ve at kabartmaları var. Bu kabartmalara, kama kılıfında ve öteki eşyalarda da rastlanıyor. Belindeki kemerin solunda bir kılıç, sağında ise bir kama asılı. Ceketin altındaki düz pantolonun paçaları çizmenin içine giriyor. Ceket, yüzlerce üçgen altının birleştirilmesinden meydana gelmiş, çorabın çizme ile diz kemiği arasında kalan kısmında yine üçgen parçalar, çizmede ise dörtgen parçalar var. Tolgasındaki bacakları ters dönmüş geyik simgesi Tengricilik'te ölümsüzlüğün simgesi olan sıgun geyiktir.
Tarihçiler bu elbisenin bir tigine (prense) ait olduğunu söylüyor, fakat tiginin kimliğini henüz bilemiyorlar. Onun için yazılarda adı "Altın Elbiseli Adam" olarak geçiyor.
Halen Alma-Ata müzesinde bulunan bu elbise ve diğer eşyalar, 25 asırlık geçmişten Türk tarihine ışık tutan belgelerdir. Saf altından yapılan böyle bir elbise dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur. Kazım Mirşan altın elbiseli adamın mezarında bulunan yazıların alfabesinin ve kullanılan Türkçenin eski çağlara ait olduğunu tespit etmiş ve altın elbiseli adamın tarihini MÖ 3381 olarak tahmin ettiğini kitaplarında belirtmiştir.
İskit-Saka Türklerine Ait
Mezarda, 4.800 parça altından başka, tabakları, vazoları, kepçeleri, ayna ve tarak kılıflarını, gümüş kaşıkları inceleyen tarihçiler, bunların M.Ö. 5. yüzyıla ait yüksek bir medeniyetin ürünleri veya belgeleri olduğunu oybirliği ile kabul ediyorlar. Yine bu tarihçilerin kanaatlerine göre, bu yüksek medeniyetin kurucuları, Çin baskısı ile Altaylardan kalkıp bugünkü Kazakistan bölgesine gelerek yerleşen ve İskitler olarak anılan bir Türk kavmidir.
İskitler, M.Ö. 8. ve 4. yüzyıllar arasında, önce Tiyanşan'da, sonra da güneybatı Asya'da yaşayan Turanî kavimler topluluğuna verilen bir addır. Daha sonra bunlara İran kökenli Soğdlar da karışmıştır.
İskitler, Fergana, Kaşgar, Aral Gölü, Hazar Denizi arasındaki alanda ve bugünkü Rusya'nın güneyinde kalan yerlerde hâkimiyet kurmuşlardı. Bunların inanışları, ölü gömme törenleri ve örfleri, Altaylılarınkinin aynı idi. Hunların ve Göktürklerin âdetlerine de uyuyordu.
Bir yandan İranlıların, öte yandan Çinlilerin sürekli baskılarına uğrayan İskitler, M.Ö.4. yüzyılda devlet olarak ortadan kaldırıldılar. Bugün Yakut Türkleri kendilerine 'Saka' demektedirler.
En Değerli Eşya
Üzerinde rünik yazı bulunan Issık kasesi, Altın Elbiseli Adam'ın bir Türk Tigini olduğu anlaşılmaktadır. Mısır piramitlerinden sonra mezarından en çok altın çıkan, baştan başa, her şeyi ile saf altından elbisesi olan veya zamanımıza kalan yalnız odur.
Fakat, Altın Elbiseli Adam'ın mezarında bulunan en değerli şey ne bu altınlardır, ne de diğer eşyalar. Bu mezarda bulunan en değerli tarihi belge, yarısı kırık bir kabın üzerindeki 26 harflik iki satır yazıdır. Bu yazı, tarih ilmîne, özellikle Türk tarihi ve medeniyetine ışık tutan, yeni boyutlar kazandıran bir belgedir.
Bugüne kadar bilinen en eski Türk yazısı, Yenisey ve Orhun Kitâbeleri'ndeki yazılardı ve bunlar zamanımızdan 14 asır geriye uzanıyordu. Oysa, Esik'teki mezarda bulunan bu yazı 25 asırlık bir belge idi. Kazak Tarihçi Prof. Dr. Olcas Süleymanof yazıyı şu şekilde okumuştur:
"Khan Uya üç otuzı (da) yok boltı. Utugsi tozıltı."
"Tigin 23'ünde öldü. Esik Halkı'nın Başı Sağ Olsun."
Esik höyüğünde bulunan altın elbise ve diğer eşyalar halen Alma-Ata müzesindedir.

Türk Piramitleri

Bugün Çin Halk Cumhuriyeti'nin sınırları içerisinde yer alan, Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Shan dağlarında Ön-Türk uygarlıklarından birisi tarafından inşa edilmiş, etrafında irili ufaklı 100 adet piramitle beraber, 300 metre yüksekliğinde bir piramit bulunmaktadır: Beyaz Piramit.
Beyaz Piramit'in ikinci dünya savaşı sırasında Çin'e yardım malzemesi götüren bir C-54 uçağından çekilen aşağıdaki fotoğraf 1957 yılında ilk kez Life dergisinde yayınlanmıştır.
Bu piramitleri araştırmak üzere 1994 yılında Şensi bölgesinde bir araştırma gezisi yapan Alman bilim adamı Hartwig Hausdof kendi koleksiyonundan birkaç resmin halka açılmasına izin vermiştir. Hausdorf'a göre piramitlerin yapım tarihi en az M.Ö. 2500'ler civarındadır.
Bölge Çin Halk Cumhuriyeti tarafından yasak bölge ilan edilmiş olduğundan dolayı Piramitler içerisinde bulunan Mısır medeniyetinden çok ileri bir teknikle mumyalanmış olan cesetler ve Ön-Türkçe yazıtlar üzerinde araştırma yapılamamaktadır.
Türk bilim adamı Kazım Mirşan yaptığı araştırmalarda Ön-Türk uygarlıkları tarafından Ot-Oğ olarak isimlendirilen Ön-Mısır a M.Ö 3000 yıllarında Doğu Anadolu'dan Isub-Ög yazısının gittiğini tespit etmiştir. Kazım Mirşan'ın bugüne kadar anlamı çözülemeyen 184 adet mısır hiyeroglifini Ön-Türkçe olarak okumuş olduğu ve mumyalama tekniklerinin yine M.Ö. 3000'li yıllarda Altaylarda geliştirildiği düşünülürse Piramit inşa teknolojisinin Eski Mısır'a Ön-Türk Uygarlıkları tarafından öğretildiği sonucuna ulaşılmaktadır.

ALLAH (CC) 99 İsmindenBAKİ'nin Anlamı

Devam eden, fani olmayan

(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)

Kainat içinde bulunan tüm varlıkların bir sonu vardır. Bir insan doğar, yaşar ve dünyada sürdürdüğü sınırlı ömür sonucunda ölür. Bu son, bütün insanlar için kaçınılmazdır. İnsanlar gibi bitkiler ve hayvanlar aleminin de yok oluşu kaçınılmazdır. Onlar da doğduktan bir süre sonra birer birer ölürler. Örneğin bir ağaç yeryüzünde yüzlerce sene yaşayabilir. Fakat en nihayetinde ölmeye mahkumdur. Canlı olan herşey hayatını tüketip toprağın altına girecek ve yok olacaktır.

Aynı şekilde cansız varlıkların da bir sonu vardır. Zaman, tümü üzerinde yıpratıcı etkisini gösterir. Örneğin, binlerce yıl önce ihtişam içinde yaşamış kavimlerden bugün yalnızca yıkıntıların geriye kaldığını görürüz. Allah "(Halkı) Zulmediyorken yıkıma uğrattığımız nice ülkeler vardır ki, şimdi onların altları üstlerine gelmiş ıpıssız durmakta, kullanılamaz durumdaki kuyuları (terkedilmiş bulunmakta), yüksek sarayları (çın çın ötmektedir)." (Hac Suresi, 45) ayetiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir. İşte tüm cansız varlıkların sonu da bu şekildedir.

İçinde yaşayan varlıkların bir sonu olduğu gibi kainatın da bir sonu vardır. Kainattaki tüm gökcisimleri, yıldızlar, güneşler bir gün enerjilerini tüketip yok olacaklardır. Veya Allah dilediği başka bir sebeple tüm kainatı yok edecek, kıyamet günü ile ilgili vaadini gerçekleştirecektir.

Görüldüğü gibi herşey sonludur; kainat da, yaratılmış tüm varlıklar da...

Allah ise yaratandır. Ve sonsuzluk yalnızca kendisine aittir.

O, insanlara Kuran'da şöyle seslenmektedir:

Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)

ALLAH (CC) 99 İsminden AZİM'in Anlamı

Pek azametli, büyük

Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, yücedir, büyüktür. (Şura Suresi, 4)

Allah'ın büyüklüğü ve azameti kuşkusuz bir insanın kavrama sınırının çok üstündedir. Fakat insan yine de kendi aklının sınırları dahilinde Allah'ın ne kadar güçlü ve kudretli olduğunu biraz olsun görebilir, anlayabilir. Zira tüm kainat Allah'ın büyüklüğünü gösteren sayısız örnekle doludur. İnsanın yalnızca içinde yaşadığı dünyayı biraz incelemesi dahi, herşeyi yaratan Allah'ın azametini hissettirecektir.

Tonlarca ağırlıkta bulutları taşıyan gökyüzü, binlerce metre yükseğe uzanan dağlar, içlerinde milyonlarca çeşit canlının bulunduğu denizler, çakan şimşek ve onun ardından gelen gökgürültüsü ve O'na boyun eğmiş milyarlarca canlı... Bunlar ve burada sayılamayan sayısız detay Allah'ın büyüklüğünün açık delilleridir.

Bir de dünyanın biraz dışına çıkıp düşünelim. Şöyle bir örnek, kainatı yaratan sonsuz azamet sahibini biraz daha derin kavramamıza yardımcı olacaktır:

Evren adını verdiğimiz sınırsız bir mekan içinde yaşıyoruz. Bugün bilim adamlarının ulaşabildikleri bilgi seviyesine göre bu evren, içinde milyarlarca galaksiyi barındırıyor. Peki bu galaksilerin içinde neler var? Yine bilimin bize bildirdiği, her galaksi içinde milyarlarca yıldız bulunduğu. Biz de içinde milyarlarca yıldız içeren milyarlarca galaksiden birinin içinde, Dünya ismi verilen ve saatte 1670 km. hızla hiç durmadan dönen bir gezegen üzerinde yaşıyoruz. Ve kuşkusuz bu rakamlarla düşünüldüğünde, kainat içindeki varlığımız, bir toz zerreciğinin dünya içindeki varlığı ile dahi kıyaslanamayacak derecede küçüktür.

İşte insan, bir iki dakika düşündüğünde dahi kendisini hayrete düşüren bir kainata hakim olan, azamet sahibi bir Yaratıcı'ya kulluk etmeye davet edildiğini farkedebilir. Tüm kainatı yaratan, milyarlarca yıldızı barındıran, milyarlarca galaksinin tümünü kontrolü altında tutan büyük bir gücün sahibine...

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

ALLAH (CC) 99 İsminden ASİM'in Anlamı

Koruyan

(Oğlu) Dedi ki: "Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur." Dedi ki: "Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur."... (Hud Suresi, 43)

İnsan acizliği sebebiyle her an, her türlü zorlukla karşılaşabilir. Örneğin, dünya her an doğal afetlerin oluşabildiği bir yerdir. Depremler, seller, kasırgalar, yanardağ patlamaları sık sık karşılaşılan olaylardır. Veya aynı şekilde kişiyi manen sıkıntıya düşürebilen de pek çok olay vardır. Ve bu olaylar karşısında unutulmaması gereken bir gerçek vardır: İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar acizliğinden kurtulmaya çalışırsa çalışsın, Allah'ın dilemesi dışında başına gelecek herhangi bir şeyden korunamaz. İnsan için tek koruyucu Rahman olan Allah'tır. Kuran'da bu durum şöyle bildirilmiştir:

De ki: "Sizi karanın ve denizin karanlıklarından kim kurtarmaktadır ki, siz (açıktan ve) gizliden gizliye ona yalvararak dua etmektesiniz: "Andolsun, bizi bundan kurtarırsan, gerçekten şükredenlerden oluruz." De ki: "Ondan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarmaktadır. Sonra siz yine şirk koşmaktasınız." (Enam Suresi, 63-64)

İnsanlar tek başlarına kaldıklarında, ellerindeki maddi imkanların, yakınlarının onlara hiçbir şeyle yardıma güç yetiremeyeceğini anladıkları anlarda Allah'ı zikreder, O'ndan yardım dilerler. Ancak O, kendilerini kurtarınca yine nankörlük edip başlarına gelenleri unuturlar. Dünyada Allah'tan başka koruyucu bulamayacağını anlamayan, O'nun her türlü yardımına rağmen nankörlükte ayak direten kişiler, ahirette sonsuz bir azapla karşılaşarak gerçeği göreceklerdir:

... Çekimser davrananlar ve büyüklenenler, onları acıklı bir azabla azablandıracaktır ve kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 173)

ALLAH (CC) 99 İsminden ALİYY'in Anlamı

Çok yüce

Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Şura Suresi, 51)

Allah Kuran'da kendisini bizlere tanıtmıştır: Tüm alemleri yaratan, kainatın tek hakimi olan Allah uludur. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların yegane sahibi O'dur. O'ndan başka ilah yoktur, Allah insanların şirk koştuklarından çok yücedir. Tüm mülk O'na aittir; O, herşeye güç yetirendir. O, yüce makamların da sahibidir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk; Allah alemlerden müstağnidir.

Kuşkusuz 'en güzel isimler' Allah'a ait olduğu için O'nu eksiksiz olarak tarif etmek bir insan için mümkün değildir. O'nu ancak kendisinin bize bildirdiği ile tanıyabilir, yüceliğini ancak Kuran ayetleriyle takdir edebiliriz. Allah, bir ayetinde kendi yüceliğini şöyle tarif etmiştir:

Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbirşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

ALLAH (CC) 99 İsminden ALİM'in Anlamı

ALİM (Herşeyi çok iyi bilen)
"Doğu'da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir". (Bakara Suresi, 115)
İnsanlar düşünebilecek bir şuura kavuştukları andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başlarlar. Belli bir yaşa ulaştıktan sonra da öğrenim görmeye ve bu şekilde sayısız bilgiler edinmeye devam ederler. Hatta bazı insanlar belirli bir veya birkaç konu üzerinde öğrenebilecekleri herşeyi öğrenerek uzmanlaşırlar. Örneğin bir fizik mühendisi, fizik kurallarının tamamını öğrenebilir veya felsefe üzerine öğrenim görmüş bir insan, felsefi konulara tam olarak hakim olabilir. Yine yakın tarih üzerinde uzmanlaşmış bir araştırmacı, yakın tarih ile ilgili çok isabetli yorumlar yapabilir. Çünkü bu konu ile ilgili öğrenilebilecek herşeyi biliyordur.
Yukarıda saydıklarımız, 'bilmek' fiilinin insanlar için geçerli olan kısmıdır elbette. Ancak 'bilmek' fiilinin, insanların asla tasavvur edemeyeceği, güç yetiremeyeceği bir boyutu vardır: Allah'ın bilmesi...
Allah göklerin, yerin, bu ikisi arasında olan tüm canlıların, kainatta işleyen tüm kanunların, her an meydana gelen tüm olayların bilgisine sahiptir. Çünkü tümünün yaratıcısı O'dur. Üstelik Allah'ın 'bilmesi' sınırsızdır; O aynı anda dünya üzerinde doğan ve ölen insanların kimliklerini, yeryüzündeki her bir ağaçtan düşen yaprakların sayısını, evrendeki milyarlarca galaksi içindeki milyarlarca yıldızın her birinin özelliklerini ve burada sayfalarca saysak da asla bitiremeyeceğimiz herşeyi bilir. O, yeryüzünde, aynı anda uzayda meydana gelen her olayı, dünya üzerindeki milyarlarca insanın, hayvanın, bitkinin hücrelerinde kodlu olan şifreleri de bilir.
İnsanın unutmaması gereken çok önemli bir sır vardır: Allah yukarıda sayılan tüm detayların yanında insanın içini, aklından geçenleri, gizli veya açık işlediği tüm fiilleri de bilir. İnsan, içinde yaşadığı duyguların, düşüncelerin, sıkıntıların yalnızca kendi bilgisi dahilinde olduğunu zanneder; ama bu büyük bir yanılgıdır. Kainatın her noktasına tam olarak hakim olan Allah insanın içine ve dışına da hakimdir. Nitekim Allah'ın bu sonsuz bilgisi pek çok ayetle de bildirilmiştir:
"Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir". (Al-i İmran Suresi, 92)
"Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir". (Nur Suresi, 41)
"Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir müstakarra doğru akıp gitmektedir. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)ın takdiridir". (Yasin Suresi, 38)
"Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak'tan kaçınıp yan çizer)ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir". (Hud Suresi, 5)
"Oysa onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir". (Bakara Suresi, 95)
"Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı. Mü'minleri kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir". (Enfal Suresi, 17)

ALLAH (CC) 99 İsminden AHİR'in Anlamı

Herşeyin yok oluşundan sonra da var olan

O, Evveldir, Ahirdir, Zahirdir, Batındır. O, herşeyi bilendir. (Hadid Suresi, 3)

Allah kainatı yokluktan yaratmıştır ve onu en sonunda yine eski durumuna çevirecek, yok edecektir. Yok olmayacak hiçbir eşya, ölümsüz olan hiçbir canlı mevcut değildir. Dünyadaki tüm canlılar doğarlar ve ölürler, herşeyin bir ömrü, sayılı günü vardır. Oysa Allah'ın evveli, başı olmadığı gibi sonu da yoktur. Herşey yok olduktan sonra kalacak olan da O'dur.

Ömrü ve zamanı yaratan Allah maddeye ait tüm bu özelliklerden uzaktır. O, öncesi ve sonrası olmayandır. Yok olacağı kesin bir gerçek olan evren, dünya ve içinde yaşayan tüm canlılar, O'nun sonsuzluğuna ve birliğine şahittir. Sonsuzluğun sahibi, zamanın ve mekanın üstünde olan Allah'tır. Sonuçta kainat tekrar başlangıç noktasına dönecek, canlı cansız hiçbir şey kalmayacaktır. Yalnız Allah'ın varlığı baki kalacaktır. Allah bu gerçeği Kuran'da şöyle bildirmiştir:

(Yer) Üzerindeki herşey yok olucudur;

Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27

ALLAH (CC) 99 İsminden AHKAM-ÜL HAKİMİN Anlamı

Hüküm verenlerin hakimi

Allah hükmedenlerin hakimi değil midir? (Tin Suresi, 8)

Her işin hükmünü veren, sonuçlandıran Allah'tır. Tüm olaylar O'nun emriyle, dilemesiyle oluşur ve gelişir. Allah'ın verdiği hükümlerde mutlaka birçok hikmet gizlidir. Fakat insanların çoğu, kendi kısıtlı akılları ile değerlendirme yapabildikleri için Allah'ın hükümlerini tam olarak kavrayamazlar. Oysa Allah sonsuz aklın sahibidir. Üstelik zaman ve mekandan da münezzehtir; bu kavramları yaratan ve insanların zamana ve mekana tabi olarak yaşamasını uygun görendir. İnsan hiçbir zaman bir gün sonra, hatta bir saat sonra neler yaşayacağını bilemez. O ise bir işe hükmettiği zaman bir gün sonra, yıllar sonra ve hatta kıyamete kadar o işin neyle sonuçlanacağına da hakimdir. Dolayısıyla verdiği hüküm her zaman en doğru, en iyi ve en hikmetli hükümdür.

Fakat iman etmeyenler bu gerçeğin farkına varamazlar. Çevrelerinde oluşan her olayın belirli sebeplere bağlı olarak, tesadüfen oluştuğunu düşünürler. Allah'ın olayların arkasında sakladığı hükümlerinin hikmetlerini değerlendiremezler. Meydana gelen her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu fark edemezler. Müminler ise Allah’ın verdiği hükümlerin hikmetlerini kavramaya çalışır ve O'nun daima en iyi hükmü verdiğinden en ufak bir şüphe duymazlar.

Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. (Yunus Suresi, 109)

Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: "Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va'din de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin. (Hud Suresi, 45)

ALLAH (CC) 99 İsminden AFÜVV'ün Anlamı

Affı çok

Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsanız, şüphesiz Allah, affedicidir, güç yetirendir. (Nisa Suresi, 149)

İnsan, yapısı gereği hata yapmaya çok müsait bir varlıktır. Her an, pek çok konuda eksik düşünebilir, yanlış bir karar verebilir, hatalı bir tavır sergileyebilir. Ancak insanı yaratan ve ondaki bu eksiklikleri bilen Allah, yapılan hataları da affedicidir. Allah'ın 'affediciliği' olmasa hiçbir insanın cennete girmesi mümkün olmazdı. Nitekim bu gerçeğe Kuran'da açıkça dikkat çekilmiştir:

Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)

Fakat unutmamak gerekir ki, Allah'ın affediciliği samimi kulları için geçerlidir. O, kendisine içten yönelip dönen insanların günahlarını affeder ve onları bağışlar. Önemli olan kişinin samimi olup, kesin bir kararlılıkla tevbe etmesidir. Yoksa tevbe edip tekrar tekrar eski hatalarına geri dönenlerin ve yaptıklarından gerçek bir pişmanlık duymayanların tevbesini kabul etmeyeceğini Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. (Nisa Suresi, 17)

ALLAH (CC) 99 İsminden ADL'ın Anlamı

Adil olan, adaleti emreden

Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)

Allah adalet yapanların en hayırlısıdır. O'nun mizanı tüm kainatı kuşatmıştır. O, adaletini dünyada ve ahirette kullarına gösterecektir. Herşeyi hakkıyla gören, herşeyin içini dışını bilen, herşeyden haberdar olan Allah'ın tüm işleri hikmetli ve adaletlidir.

İnsanların yaşamları boyunca işledikleri tüm fiiller muhakkak Allah'ın adaletine göre değerlendirilecektir. Zulüm yapanların zulümleri elbette karşılıksız kalmayacağı, iyi tek bir sözün bile mükafatının verileceği, Kuran'da bizlere bildirilmiştir. Zaten iyi ile kötü bir olamayacağına göre tüm bunların adilce değerlendirileceği bir yer olmalıdır. İşte bu yer ahirettir; Allah'ın sonsuz adaletinin tecelli edeceği yer...

Dünya hayatında inkarcıların peygamberlere ve müminlere çıkardıkları zorluklar, engellemeler, attıkları iftiralar elbette yanlarına kar kalmayacaktır. Müminlerin cennetteki mertebesini yükselten tüm bu zorluklar, inkarcıların da cehennemin en alt tabakalarına inmelerine vesile olacaktır. Allah hesap gününde son derece duyarlı terazilerle hiçkimseyi haksızlığa uğratmayacak, dünyada onlara verdiği sürenin sonunda sonsuz adaletine uygun olarak hesabını çok seri olarak görecektir. Şüphesiz Allah hiçbir şeyi unutmayan ve vaadine en sadık olandır. İnsanlar dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette muhakkak görecektir. Böylece inkarcılar, içinde yaşadıkları küfrün, en acı şekilde karşılığını bulacak, Allah'a imanında ve bağlılığında kararlı olanlar ise yaptıklarının karşılığını en güzeliyle muhakkak Allah'tan alacaklardır:

Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir. (Fetih Suresi, 10)

Allah'ın adaletini düşünürken kesinlikle bir insanın adalet anlayışıyla değerlendirme yapılmamalıdır. Çünkü Allah'ın adaleti hiçbir şeyle kıyaslanamaz. İnkar eden bir insan isteklerine ve zaaflarına uyabilir, adaleti gözetirken duygusallığa kapılabilir, karşısındaki hakkında yanlış hüküm verebilir ve karşısındaki insanın yaptıklarını unutabilir. En önemlisi de karşısındakinin içinden geçirdiklerini bilmesi mümkün değildir. Allah ise asla yanılmaz ve asla unutmaz. Her insan için onun her hareketini gözetleyen ve kaydeden adil melekler tayin etmiştir. Bu melekler insanların hem içinden geçeni, hem de tüm eylemlerini yazarlar. Sonuç olarak Allah insanın ruhuna tamamiyle hakimdir. Böylece en adaletli hüküm verecek olan da kendisidir. İsra Suresi'nin 71. ayeti, Allah'ın her zaman adil olduğunu açıkça söylemektedir:

Her insan-grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir 'hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar. (İsra Suresi, 71)

Yapılan tüm kötülüklerin, inananların aleyhine kurulan örgütlenmelerin, hazırlanan tuzakların karşılığı en küçük ayrıntısına kadar ahirette verilecektir. Allah inkarcılara, dünya hayatında aslında yalnızca onların kötülüklerini arttırmaya yarayacak mal, mülk, zenginlik ve bunun gibi birçok imkan verebilir. Müminlere de buna aldanmamalarını bildirir. Çünkü kısacık dünya hayatının karının, ahirettekinin yanında hiçbir anlama ve öneme sahip olmadığı şüphe götürmez bir gerçektir. Hele sonsuz bir cehennem o inkarcılara gittikçe yaklaşıyorken...

Asıl yurt olan ahirette her nefis yaptıklarını karşısında hazır bulacaktır. Allah sonsuz adaletinin tecellisini kullarına, cennetinde ve cehenneminde sonsuza kadar gösterecektir. Allah en sonunda kendisine inananlarla inanmayanların arasını hak ile ayıracaktır.

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)

Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)

... Onlar, yalana kulak tutanlardır, haram yiyicilerdir. Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirecek olursan, sana hiçbir şeyle kesin olarak zarar veremezler. Aralarında hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz, Allah, adaletle hüküm yürütenleri sever. (Maide Suresi, 41)

De ki: "Rabbimiz (kıyamet günü) bizi bir arada toplayacak, sonra da hak ile aramızı ayıracaktır. O, (gerçek hükmünü vererek hak ile batılın arasını) açandır, (herşeyi hakkıyla) bilendir. (Sebe Suresi, 26)

ALLAH (CC) 99 İsminden AZİZ'in Anlamı

Üstün, kuvvetli, güçlü, şerefli, mağlup edilmesi mümkün olmayan, galip

Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma. Gerçekten Allah azizdir, intikam sahibidir. (İbrahim Suresi, 47)

Allah'ın 'Aziz' sıfatı, O'nun hiçbir zaman mağlup edilemeyeceğini, her zaman galip olanın Kendisi olduğunu ifade eder. Allah kainatta mutlak kuvvet sahibidir ve O'ndan üstün hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur.

Kainattaki tüm düzeni, insanların sırrını kavramaya güç yetiremedikleri veya yeni yeni keşfedebildikleri her türlü kanunu yaratan Allah'tır. Ve bunun yanısıra yeryüzünde bulunan her canlıyı yaratan da O'dur. Allah'ın kainatta kendini gösteren sonsuz gücü ve kudreti karşısında, yarattıklarının acizliği ise apaçıktır. Yarattığı tüm varlıklar ancak O'nun emriyle hareket edebilmekte, yaşamlarını sürdürebilmekte, belirli bir düzen içinde var olabilmektedirler.

Kuşkusuz bu acizlik yeryüzüne hakim olduğunu zanneden insan için de geçerlidir. Bir insan ne kadar güçlü, zengin ve itibar sahibi olsa da, Allah karşısında acizdir, güçsüzdür. Ne malı, ne parası, ne de ona itibar eden insanların sayısı, onu Allah'a karşı koruyamaz. Ancak Allah'a teslim olan, O'nun emirlerine uygun yaşayan, rızasını kazanmaya çalışanlar hariç... Allah Kuran'da her zaman kendi taraftarlarına üstünlük vereceğini vaat etmiştir:

Allah, yazmıştır: "Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de." Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)

Bundan (Kur'an'dan) önce (onlar) insanlar için bir hidayet idiler. Doğruyu yanlıştan ayıran (Furkan)ı da indirdi. Gerçek şu ki, Allah'ın ayetlerini inkar edenler için şiddetli bir azab vardır. Allah güçlüdür, intikam alıcıdır. (Al-i İmran Suresi, 4)

Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O'ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)

Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır. O, işitendir, bilendir. (Yunus Suresi, 65)

İtalya Seferi

Fatih Sultan Mehmed, "Dünya Hakimiyeti" fikrini benimsemiştir. Bunun için Tuna'nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devleti'ne katılmayan hiç bir yer bırakmamak, Karadeniz ve Ege Denizi'ni birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de kara kuvvetleri gibi dünyanın birinci kuvveti haline getirmek ve bu işleri tamamen bitirdikten sonra, İtalya'yı fethetmek istiyordu. Bu projesini bütün dünyada bilmeyen kalmamıştı.
Fatih Mayıs 1481'de yeni bir sefer hazırlığında iken Gebze'de vefat etti. Fatih'in ölüm haberi Roma'ya ulaşınca, İtalya'da toplar atılıp, günlerce şenlikler yapılmıştır. Papa, bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür ayini yapılmasını emretmiştir. Eğer Fatih bir müddet daha yaşasaydı belki dünya tarihini akışı, bugünkü coğrafyası değişecekti.

İstanbul'un Fethi

Sultan II.Mehmed Han (Fatih Sultan Mehmed), Hazreti Peygamber'in manevi müjdesi ("İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır" Hadîs-i Şerîf) ve Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği açısından İstanbul'u fethetmek istiyordu.

Fatih Sultan Mehmed, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu. Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı. Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizans'ın varlığı, Balkanlardaki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu. Bizans İmparatorları, Anadolu'daki çeşitli siyasi güçleri de Osmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı. İstanbul'un Osmanlı İmparatorluğu'nun hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti. Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede, Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı.

Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirne'de top dökümü işiyle görevlendirildi. "Şahi" adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı. Yaptırılan bu büyük toplar İstanbul'un fethedilmesinde önemli rol oynadı. Yıldırım Bayezid'in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığı Anadolu Hisarı'nın karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede İstanbul Boğazı'nın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora'ya gönderildi ve İstanbul'a yardım gelmesi engellendi. Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı. Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç'e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı. Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, "İstanbul'da Kardinal külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız" diyorlardı.

Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantin'e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbul'un kara surları önüne gelen Osmanlı Ordusu, 6 Nisan 1453'de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliç'in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan'da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı. Osmanlı Ordusu'ndaki er sayısı 150.000 ile 200.000 arasındaydı. Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı. Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans'a yardım ediyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbul'un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliç'e indirilmesi kesin olarak gerekliydi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi. Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç'e indirilecekti. Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa'ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi. Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı. 21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç'e indirildi. Haliç'teki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı. Ciddi çarpışmalar cereyan etti. Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti. Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Ancak, İstanbul'u her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi. Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayıs'ta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı. Çarpışmalar sırasında Bizans'ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs'ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi.

İstanbul'un fethi, çok önemli sonuçları da beraberinde getirdi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra batıdaki hakimiyeti pekiştirmek, sınırları genişletmek, İslam'ı en uzak yerlere kadar yaymak ve Hıristiyan birliğini bozmak amacıyla Avrupa üzerine bir çok seferler düzenledi.

İç sonuçlar

          1) O zamana kadar sadece bir devlet olan Osmanlı, artık bir imparatorluk haline gelmişti.
          2) Anadolu ve Balkanlar arasındaki geçişlerde bir engel olan Bizans yıkılmış, arada engel kalmamıştı.
          3) Birçok kere Osmanlı şehzadelerini ve Avrupa ülkelerini kışkırtan Bizans artık bunu yapamayacaktı.
          4) İslam dünyasında Osmanlı Devleti daha saygın bir hale gelmişti.
          5) Hz. Muhammed'in hadis-i şerifindeki o kumandan, Fatih Sultan Mehmed olmuş ve peygamberin övgüsünü almıştı

Dış sonuçlar

          1) Avrupa ve Balkan devletlerinin Osmanlı'yı Balkanlar'dan atma çabaları sonuçsuz kalmıştı.
          2) İstanbul'dan İtalya'ya kaçan sanatkârlar ve bilim adamları, Rönesans ve Reform hareketlerini hızlandırmışlardı.
          3) Dünyanın en büyük imparatorluklarından olan Doğu Roma İmparatorluğu tamamen yok olmuştu.
          4) Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştı.
          5) Ticaret yollarının birer birer Türklerin eline geçmesi Avrupalıları yeni ticaret yolları bulmaya zorladı ve coğrafi keşifler ortaya çıktı.
          6) Büyük ve kalın surların toplarla yıkılabileceğini gören Avrupa, bu yöntemi derebeylikler üzerinde denemiştir. Böylelikle küçük derebeylikler yıkılıp yerine büyük krallıklar kurulmuştur.
          7) İstanbul'dan ayrılan Bizanslı bilginler, Avrupa'da Reform hareketlerini başlatmışlardır.

Fetih Marşı

Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Sen ne geçebilirsin yardan, anadan, serden....
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini...
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini ?
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini

Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın;
Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır.
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır.!

Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.!

Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan !
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan'dan ....

Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin !
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...

Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın ?
Fatih'in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!

[[Kategori:Türk Savaşları]]

Talas Savaşı

İlk müttefik Türk ve İslam orduları ile Çin ordusu arasında yapılan meydan savaşı. İslamiyet'i henüz kabul etmeyen Türklerin, Orta Asya’da İslâm dînini tanıtıp yayan Araplarla birlikte, Çinlilere karşı, Talas’ta yaptıkları bu savaş, sebep ve sonuçları bakımından çok önemlidir.

Göktürk İmparatorluğu'nu yıkmış olan Çin’in başındaki Tang Sülâlesi (618-906) devrinde İmparator Hivang-Çang (713-755), Türk Hanoğulları’nın hâkimiyetindeki Şaş, Taşkent şehrini ele geçirmek istedi. Bu gayeyle Taşkent Seferine çıkan Kuça Valisi Kao Sien-tche çok geçmeden Taşkent hükümdarı Bagatur-tudun’u esir alarak Çin İmparatoruna gönderdi.

Bagatur-tudun’un öldürülmesi üzerine oğlu Tüen-en, başta Karluklar olmak üzere bölgedeki Türk boylarını Çin’e karşı birlikte harekete çağırdı. Ancak Göktürklerin yıkılmasından sonra henüz birliğini kuramamış olan Türkler, Çin kuvvetleriyle tek başlarına mücadele edemeyeceklerini bildikleri için Abbasîlerden yardım istediler. Ziyad bin Sâlih kumandasında gelen İslam ordusu, yardımcı Türk kuvvetleriyle birleşti. Bunu haber alan Çin komutanı Kao Sien-tche de 100 000 kişilik orduyla, Talas şehrine geldi ve burada müttefik kuvvetlerle karşılaştı. 751 yılı Temmuzunda başlayan savaş, pek şiddetli bir şekilde beş gün devam etti. Savaşın son gününde Çin kuvvetlerinin arkasına sarkan Karluklar, düşmana ağır bir darbe indirdiler. Kao Sien-tche az bir kuvvetle canını zor kurtarabildi. Savaşta Çinliler, elli bin ölü ve yirmi bin esir verdiler.

Talas Savaşı'nın zaferle neticelenmesi; Türk, Çin, İslam ve dünya tarihiyle medeniyetinde çok önemli tesirler bıraktı. Çinliler Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar, Tanrı Dağları (Tiyenşan) batısına geçemediler. Batı Türkistan, Çin tehlikesinden kurtuldu.

Karluklar, Talas Savaşı'nın kazanılmasından on beş yıl sonra, 766 tarihinde, Tanrı Dağları batısında ve Çu Irmağı boylarında müstakil Türk devleti kurdular. Türkistan’daki Kamlık (Şamanlık), Buda ve Mani dinlerindeki yerli ve göçebe Türklerle Müslümanlar arasında, serbest ticaret, dostluk ve iyi münasebetler başladı. Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslam dînini yakından tanıma imkânına kavuştular. İslam dîninin üstün esasları, mütekâmil hâli, Türklerin kitleler halinde Müslüman olmalarına sebep oldu. İslam medeniyet dairesine, Orta Asya’da, binlerce Türk girdi.

Türkler, kâğıt yapmasını Araplara öğretti. Semerkand’daki imalathânelerde yapılan ipekten kâğıtlar, Orta Doğu ve Akdeniz’e yayıldı. Müslüman Araplar, hakimiyetlerindeki bölgelerden öğrendikleri kâğıdı imal ederek medeniyetin bütün dünyada hızla yayılmasına hizmet ettiler.

Don-Volga Projesi

Sokullu Mehmed Paşa, Don ve Volga ırmaklarının birbirine en çok yakınlaştığı yerde bir kanal açmayı düşünmüştür. Bu proje için bütün ihtiyaçlar büyük bir gemiye yüklenip bölgeye götürülmüştür. Askerler üç ay kadar kazarak kanalın üçte birini bitirdiler. O sıralar kış yaklaşıyordu. Kimileri "Buraya kış altı ay evvelden gelir. Soğuktan insanın eli tutmaz olur." diyerek askerleri korkuttular. Askerlerde kaçarak projeyi yarım bıraktılar.
Padişah durumu öğrenince, Sokullu'ya masrafları karşılamasını emretmiştir. Eğer bu proje gerçekleşebilseydi, Asya'daki Türk Topluluklarına ulaşılabilecek, Rusya'nın gelişmesi önlenecek, İran savaşlarında ise donanmadan yararlanma imkanı doğacaktı.

Almanya Seferi

Roma-Germen İmparatoru Şarlkent'in ve kardeşi Avusturya-Bohemya Kralı Ferdinand'ın Macaristan'ın içişlerine karışması üzerine Kral Yanoş, Sultan Süleyman Han'dan yardım istedi. Padişah, 25 Nisan 1532'de Alman Seferi'ne çıkıp 120.000 mevcutlu ordusuyla Avusturya'yı işgal etti. Şarlkent 250.000 kişiden fazla Hıristiyan ordusuyla Osmanlıların karşısına çıkmaya cesaret edemedi. Sultan Süleyman Han'ın, Alman Seferi nedeniyle Orta Avrupa'da bulunmasından korkup, savaştan kaçan Şarlkent, Sultan Süleyman Han'dan anlaşma istedi. Sultan Süleyman Han anlaşmayı kabul etti. Şarlkent 22 Haziran 1533 tarihli İstanbul Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Büyük Hükümdar'ın üstünlüğünü kabul etti.
Eğer Kanuni Sultan Süleyman Han, Alman Seferi'nde Avrupa içlerine kadar ilerlemiş iken, Şarlkent'in anlaşma isteğini kabul ederek seferden dönmemiş ve Almanya'yı ele geçirmiş olsaydı, Osmanlı İmparatorluğu değil Viyana'ya, bütün Avrupa'ya sahip olabilirdi.

Malazgirt Meydan Savaşı

Türklerin Anadolu'ya düzenledikleri akınları durdurmak isteyen Bizans İmparatoru Romanus Diogenes'in, 200.000 kişilik bir orduyla 13 Mart 1071'de İstanbul'dan yola çıkıp, yolu üstündeki yerleri yakıp yıkarak ilerlediğini haber alan Selçuklu Sultanı Alparslan, Halep'ten ayrılarak 50.000 kişilik bir orduyla Ahlat'a ulaştı. Bizans öncü kuvvetleri ile Sanduk komutasındaki Türk birlikleri arasında yapılan ilk çarpışmada (24 Mart 1071) Bizans birlikleri yenilgiye uğratıldıysa da, Bizans ordusunun Malazgirt'e girerek yakıp yıktığını haber alan Alparslan, Romanus Diogenes'e barış önerisinde bulundu. 24 Ağustos 1071'de ret yanıtı alınca, hızla Malazgirt'e yürüdü ve iki ordu Malazgirt'te Rahva ovasında karşı karşıya geldi.
Sultan Alparslan, Türk savaş sistemini uygulamıştı. Orduyu ikiye ayırmış, kendisi bir kısım ile düşman karşısında yer alırken, daha büyük bir kısmı da, kaynaklarda "Tranges" adıyla geçen bir kumandanın emrine vererek, pusu kurmasını emretmişti. Kendisine pusu kurma görevi verilmiş olan Selçuklu kumandanı emrindeki kuvvetleri dörde ayırdı ve her birini bir tepenin arkasına gizledi; ayrıca keşif kolları meydana getirdi. Onun pusudakilere verdiği talimat, sırası gelince düşman kıt'alarını kuşatmak ve her taraftan ok yağmuruna tutmaktı.
Savaşa Selçuklular başladı... Süvarilerinin ok yağmuru altında kaldığını gören Bizans ordusu, onları savunmak üzere ilerledi. Selçuklu ordusu kaçıyor gibi göründü ve çekilmeye başladı. Fakat Bizans ordusu pusudaki Türk kıt'alarının ani hücumları yüzünden ağır zayiata uğradı. Artık meydan savaşının kaçınılmaz olduğunu anlayan Romanus Diogenes, herhangi bir yerde Türk yaya kıt'aları bulmak ve mağlup etmek ümidiyle emrindeki piyade kuvvetleriyle beraber ilerledi. Fakat Türkler, Türk savaş taktiği gereğince, toplanacak yerde sağa sola dağılıyorlardı. Böylece fırsat bulur bulmaz ansızın "Allah Allah!" nâralarıyla tekrar görünüyor, hücum ediyorlardı. Bu suretle Selçuklu askerleri Bizans sağ cenahını kaçmaya mecbur etti. Hatta bu durum Bizans geri hattının da çekilmesine sebep oldu. İlk kuşatılan hat ise, bizzat İmparator'un kumanda ettiği merkez hattıdır. Çünkü o, bir anda kendisinin ve emrindekilerin her taraftan ok ve taş yağmuruna tutulduklarını gördü. Diogenes bu ana kadar bozulmayan sol cenahı yardımına çağırmak istedi.
Fakat İslam askerleri buna da mâni oldular. Bizans ordusunun arkasına geçen ve sol cenahı da kuşatmaya başlayan Selçuklu askerleri, bu tarafı da bozguna uğratarak kaçmaya mecbur ettiler. Böylece tamamen tecrit edilen ve takviye kuvvetlerinden de mahrum kalan Bizans İmparatoru, esir düşünceye kadar elinde kılıç çarpışmaya devam etti. Kuşatılmış olan imparator, nihayet elinden yaralandı. Bu sırada o, elbiselerinden ve kafasındaki tolgadan tanındı. Bir okla vurulan atı kendisiyle beraber yere yıkıldı.
Savaş, Cuma günü öğleden sonra başlamış ve akşama kadar bitmişse de, düşmanı takibe gece de devam edilmiştir. Hatta tam temizleme hareketi ertesi akşama kadar devam etmiştir. Savaş çok şiddetli olmuş, düşman askerlerinin çoğu öldürülmüş, başta Bizans İmparatoru ve birçok kumandanları olduğu halde bir kısmı da esir edilmiş, pek az bir kısmı oraya buraya kaçarak canlarını kurtarabilmiştir. Elde edilen ganimetin ise rakamla ifadesi mümkün değildir.
Tarih boyunca ilk defa bir Bizans İmparatoru Müslüman bir Sultan'ın eline esir düşüyordu. Esir alma şerefi de, Müslüman Selçuklu Türklerine ve onun kahraman Sultanı Alparslan'a nasip oluyordu... Muharebeyi bitmiş sayan Alparslan, çadırına çekilmişti. Kaçanları ordusu ile bizzat takip etmiş olan Sultan, yorgunluğunu gidermeye pek vakit bulamadı. Çünkü, henüz çadırına girmişti ki, kumandanlarından Güherâyîn huzuruna gelerek, kölelerinden birinin Bizans İmparatorunu esir etmiş olduğu haberini verdi ve "Yüce Allahım, Rum İmparatorunu onun eliyle esir ettirdi" dedi. Sultan, bu köleyi taltif etti, hil'atledi ve onu has adamlarından biri yaptı. Sultan, zincire vurulmuş Bizans İmparatorunu huzuruna getirtti. Diogenes huzura getirildiğinde utanmaktan başını kaldıramıyordu. Alparslan onu nezaketle kabul etti, oturttu, gönlünü aldı. İmparator, savaş öncesi 200.000 kişilik muazzam ordusunun Türkleri muhakkak yeneceğine inandığını itiraf etti.
Malazgirt Meydan Savaşı'ndan sonra sürekli artan göçler ve akınlarla, Anadolu bütünüyle bir Türk toprağına dönüştürüldü ve Türk tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu.

Eceabat Karargahı


 İlk kurulduğu günden bu yana, yaklaşık 5 bin yıldır sürekli insanların yaşadığı nadir yerleşimlerden biridir. Tarihte bilinen ilk adının, “Madyta” olduğu bilinmektedir. Daha sonraları kent, “Madytos” adıyla tanımlanmıştır. “Madytos” adına, 787 yılında İznik’te yapılan “7. Ruhaniler Toplantısı” kayıtlarında rastlanılmıştır. Bu kayıtlarda tespit edilen “Madytos Piskoposluğu” ibaresi, o dönemde burasının bölgedeki önemli yerleşim merkezlerinden biri olduğunun en belirgin göstergesi olarak kabul edilir.

Gelibolu Yarımadası’nın 1354 yılından itibaren Osmanlı topraklarına katılmasıyla birlikte “Maydos” olarak anılmıştır. Çanakkale Muharebeleri döneminde de aynı isim kullanılmıştır. “Maydos” ismi, 1934 yılında, “Eceabat” olarak değiştirilmiştir. Eceabat ismi, Gelibolu Yarımadası toprakları üzerinde şehit düşen ilk Türk komutanı Halil Ece Bey’e atfen verilmiştir.

Çanakkale Muharebeleri sırasında kasaba içinde, günümüzdeki “Gençlik Merkezi” binasının bulunduğu yerde, bir askeri hastane olduğu bilinmektedir. Eceabat ilçe merkezi, sözü edilen hastane de dâhil olmak üzere, askeri anlamda belirgin bir hedef olmasını gerektirecek hemen hiçbir şeyi barındırmamış olmasına rağmen, müttefik uçakları ve gemilerince defalarca bombalanmıştır.

Eceabat ilçe merkezinde bulunan ve “Yarbay Mustafa Kemal Karargâhı” olarak bilinen bina ise 25 Şubat 1915 tarihinde bölgeye gelip “Maydos Bölge Komutanı” sıfatıyla göreve başlayan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in (Atatürk) karargâh olarak kullandığı binadır.

Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, Sofya Askeri Ataşesi olarak görev yaptığı dönemde, Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte, Harbiye Nezareti’nden bir kıta görevine atanmasını ısrarla ve defalarca talep etmiştir. Nihayetinde bu talebi uygun bulunmuş ve bir “irade-i seniyye” ile 20 Ocak 1915 tarihinde, 3’üncü Kolordu kuruluşunda Tekirdağ’da kurulmakta olan 19. Piyade Tümeni komutanlığına atanmıştır.
Bu görevlendirme üzerine Mustafa Kemal, Tekirdağ’a gelerek tümenin komutasını almış, gerek kuruluş, gerekse eğitim faaliyetlerinin tamamlanmasına çalışmıştır. Tümenin kuruluş ve eğitim faaliyetlerinin devam ettiği dönemde, 21 Şubat 1915 tarihinde Başkomutanlık Vekâleti, 19. Tümen Komutanlığı’na bir emir yayınlamıştır; 19’uncu Tümen’in 3. Kolordu Komutanlığı emrinde kalmakla beraber Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı’nın genel ihtiyatını oluşturacağını ve bu doğrultuda Eceabat’a intikal için hazır olunması belirtilmektedir.

Bu emir gereğince 19’uncu Tümen, 23 Şubat 1915 günü Tekirdağ’dan denizyoluyla hareket etmiştir. Tümen Komutanı Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in emir ve komutasında tümen karargâhı ve 57. Piyade Alayı’ndan oluşan öncü unsurlar, 25 Şubat 1915 tarihinde Eceabat’a ulaşmışlardır.

Asli görevi olan 19. Piyade Tümeni Komutanlığı görevinin yanı sıra, “Maydos Bölge Komutanlığı” görevini de üstlenen Kurmay Yarbay Mustafa Kemal, bu görevleri ifa ettiği süre içinde Eceabat’ta bulunan bir binayı hem karargâh, hem de konut olarak, 25 Şubat-18 Nisan 1915 tarihleri arasında 52 gün süreyle kullanmıştır. Aynı bina, 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders’in emirleri doğrultusunda, Maydos Bölge Komutanlığı görevini 26 Mart 1915 tarihinden itibaren 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’den devralan 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey ve karargâhı tarafından da kullanılmıştır. Sonraki yıllarda bir süre başka amaçlarla da kullanılan bina, daha sonra terk edilmiş ve uzun yıllar harap bir durumda kalmıştır. Eceabat Kaymakamlığı’nın girişimleri ile 2007 yılında restore edilmiş ve “Yarbay Mustafa Kemal Karargâhı” adı altında “kültür evi” niteliğinde hizmet vermeye başlamıştır.

Çanakkale Şehitleri Abideleri

 Eceabat-Kilitbahir yolunun 2. kilometresinde, Çamburnu mevkiinin güneyinde, yolun sağ yanında ve yoldan yaklaşık 4-5 metre daha yüksek bir noktada yer alır. Anıta ulaşmak için, yoldan itibaren yaklaşık 20 metre kadar, kısmen basamaklı bir yolu yürümek gerekir. Bir kaide üzerine oturtulmuş 2 buçuk metre yüksekliğindeki anıt, Balkan Savaşları’nda ve Çanakkale Muharebeleri’nde şehit düşenlerin anısına, 1962 yılında, “Çanakkale Şehitleri Abidelerine Yardım Derneği” tarafından yaptırılmıştır.

Anıtın kuzeye bakan tarafındaki bölümünde, Necmettin Halil Onan’a ait “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın/ Bu toprak, bir devrin battığı yerdir” mısraları yazılıdır.

Güneye bakan tarafındaki bölümünde ise “Burada Balkan ve Çanakkale harplerinde şehit düşen binlerce kahraman yatar” yazısı bulunur. Ancak güney yüzünde yazan bu ifade, her ne kadar anıtın hemen etrafında şehitlerin yattığı kanaatini uyandırsa da anıtın bulunduğu alanda gömülü herhangi bir şehit mezarının varlığı bugüne kadar tespit edilememiştir.

Bigalı Kalesi

 Bigalı Kalesi, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa yakasında yer alan Osmanlı dönemi kalelerden biridir. Gelibolu-Eceabat yolu üzerinde, Eceabat merkeze yaklaşık 6 kilometre mesafede, yol ile sahil arasında ve Nara Burnu’nun tam karşısında yer almaktadır. Günümüzde oldukça harap durumda olup, çok ciddi bir onarıma muhtaçtır.
Amiral John Duckworth komutasındaki İngiliz donanmasının, 19 Şubat 1807’de herhangi bir direniş görmeden Çanakkale Boğazı’nı geçmesi sonrasında boğaz savunmasını güçlendirmek için ilave tedbirler alınması gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Bu kapsamda 1807 yılında Sultan III. Selim döneminde, yapılacak işleri düzenlemek üzere Fransız Mühendis Juchercau de Saint Denys getirtilir. Adı geçen kişinin önermesi üzerine Çanakkale Boğazı sahillerine yeni istihkâmlar yaptırılmasına karar verilir.
Bu karar doğrultusunda, boğazın en dar mevkii olan Çanakkale-Kilitbahir hattı ile Nara Burnu-Bigalı hattı arasında savunmanın güçlendirilmesi kararlaştırılır. Böylece Anadolu sahillerinde Nara ve Köse Burnu kaleleri, Rumeli sahillerinde ise bunların tam karşısında yer alacak şekilde Bigalı ve Çamburnu kaleleri yaptırılmıştır.
Kalelerin inşaatına eşzamanlı olarak 1807 yılı sonlarında başlanır. Ancak inşaat süreci, özellikle iç karışıklıklar nedeniyle uzamış ve bu kaleler, Sultan II. Mahmut döneminde, 1822 yılında tamamlanmıştır. Bigalı Kalesi, hemen karşı kıyıdaki Nara Burnu üzerinde yer alan Nara Kalesi ile birlikte, Çanakkale Boğazı’nın Marmara Denizi doğrultusundaki son savunma istihkâmlarını oluşturmuştur.

Baykuş (Mesudiye) Bataryası

 Havuzlar mevkii geçildikten yaklaşık 3 kilometre sonra, yolun sol yanında, yol seviyesinden yaklaşık 15 metre aşağıda, deniz kıyısında beyaz boyalı bir deniz feneri kulesi görülür. Anılan deniz fenerinin hizasına gelindiğinde yolun sağ yanında, yol seviyesinden yaklaşık 10 metre kadar yüksek ve yola doğru çıkıntı yapan bir alan bulunur. Üzerinde ilerlediğimiz yolun, etrafında dönemeç yaparak Soğanlıdere istikametinde devam ettiği bu küçük yükselti Baykuş Tepe olup, Mesudiye Bataryası’nın mevzilendiği noktadır.

Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemde, Alman subayların danışmanlığında Çanakkale Boğazı’ndaki Türk savunması yeniden düzenlenirken, yaşlı Mesudiye Muharebe Gemisi Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığı emrine gönderilmiş ve gemi Kepez Burnu’nun kuzeyindeki Sarısığlar Koyu’nda sığ suda demirleyerek yüzer batarya olarak kullanılması düşünülmüştür. Geminin bordalarının bir tarafındaki toplarla boğaz ağzını yalayıcı ateş altına alacağı, ancak diğer bordadaki topların bu durumda atıl kalacağı anlaşılmış ve bunların sökülerek karada boğaz savunması için kullanılması düşünülmüştü.
Mesudiye, 5 Eylül 1914 günü Çanakkale’ye gelmiş ve Sarısığlar Koyu’nda demirlemiştir. İngiliz B–11 denizaltısı tarafından torpillenerek batırıldığı 13 Aralık 1914 gününe kadar, sancak bordasındaki altı topundan sökülebilen 3 adet 150/45 mm. çapındaki top, 2 Ocak 1915’de Baykuş Tepe üzerinde hazırlanan mevzide ateşe hazır duruma getirilmiştir.

Karargâhı Namazgâh Tabyası’nda bulunan 4. Ağır Topçu Alayı’nın 2. Tabur’una bağlı olan Mesudiye Bataryası’nın 150/45 mm’lik toplarının menzilleri, 12 bin 600 metredir. Batarya Komutanı, Deniz Binbaşı Hasan Bey’dir. Batarya personeli; tamamı denizci 3 subay, 81 erbaş ve erden oluşmaktaydı.

Baykuş Bataryası’nın görevi; boğaz girişi ile Kepez Burnu arasındaki bölgede düşman gemilerinin hareketlerine ve mayın arama tarama gemilerinin faaliyetlerine engel olmaktı. Bu görev; boğazın karşı yakasında Kepez Burnu üzerinde bulunan, 18 Mart 1915 sonrası “Hasan Mevsuf Bataryası” adını alan Dardanos Bataryası ile birlikte icra edilecek bir görevdi.

İtilaf donanması (Birleşik Filo), 25 Şubat 1915 günü boğaz girişini koruyan tabyaları susturmayı başarmış ve sonrasında Çanakkale Boğazı girişi-Kepez Burnu arasındaki bölgede harekâtını sürdürmüştür. Düşmanın 18 Mart 1915 gününe kadar sürdürdüğü bu harekâtının amacı; Çanakkale Boğazı’nın bu kesiminde Türk mayın hatlarını ve topçu bataryalarını tespit ve imhaya yöneliktir.

Bu dönemde Baykuş Bataryası’nda görev yapan denizci personel, düşman gemilerinin dönüş manevralarını, İntepe önlerindeki Erenköy Koyu’nda yaptıklarını tespit ederek durumu üst makamlarına bildirmişlerdir. Tespit edilen bu durum üzerine, Erenköy Koyu’nun da bir mayın hattı ile kirletilmesi kararı verilmiş ve bu kararın uygulanması görevi de Nusret Mayın Gemisi tarafından 7/8 Mart 1915 gecesi yerine getirilmiştir.
Bilindiği gibi Nusret’in döktüğü 26 adet mayın, 18 Mart 1915 günkü Çanakkale Boğazı Muharebesi’nin kaderini belirlemiş ve İtilaf donanmasının yenilgisindeki en önemli faktörlerden biri olmuştur. Nusret’in başarısında, Baykuş Bataryası’nın gözlemlerinin etkisi yadsınamaz.

Batarya Komutanı Deniz Binbaşı Hasan Bey, 18 Mart 1915 günkü Çanakkale Boğaz Muharebesi’ne dair yaşananları raporunda şu şekilde anlatmaktadır:

“8.200 metre mesafede bulunan Irresistible’a saat 11.45’te ilk ateşi açtık. Rotasında ağır yolla ilerleyen düşman, yakınına düşürülen mermilerin etkisiyle geriye manevra yaparak kendisini idare ediyordu. Nihayet 6.800 metre mesafede mermilerimizin infilakları düşman gemisinin birçok yerinde görüldü.
Geçen süre içinde bataryamız isabet almış, düşmanın attığı mermiler ikinci top gerisindeki siperi tahrip etmiş, birinci topa cephane sevk eden rah-ı mestur (kapalı yol) ve çevresini toprak altına gömmüştü. İkinci topun gerisinde bulunan cephaneliğe isabet eden iki mermi, cephaneliğin üstünü ve etrafını tahrip etmişti. Bataryanın ilerisindeki çalılar ateş alınca, mecburen bir an için ateşe ara verildi.

Saat 14.30’da 6.400 metreden ateşe tekrar başladık. Bouvet, Erenköy hizasında koyu dumanlar çıkartarak alabora oluyor, İnflexible kruvazörü, canavar düdükleri çekerek, hem İrresitible’a hem de hasar gören muhriplere yardım edilmesini ihtar ediyordu. Bu arada düşman, ateşini bataryamız üzerinde toplayıp, bataryamızı işe yaramaz hale getirmeye çalışıyordu. Ateşe ara vermek zorunda kaldık. Telefon hatlarımız da parçalanınca haberleşme de kesildi.

Bir süre sonra Ocean gemisinin de İrresistible gibi aynı akıbete uğradığı görüldü. Düşmanın terk ettiği İrresistible gemisine 14 mermi daha yapıştırdık. Düşman son sıkı ateşiyle bataryayı ve etrafını epeyce dövdü.
Bu günkü muharebede toplam 114 mermi harcadık. Bunun 79 adedi külahlı zırh delici, 17 adedi külahsız zırh delici, 18 adedi adi çelik dane idi.”

Ne yazık ki günümüzde Baykuş Bataryası’nı işaret eden bir tabela olmadığı gibi, bu gazi bataryamızın bulunduğu yere ulaşılmasını sağlayacak, düzgün bir patika da mevcut değildir.

Akbaş Şehitliği

 Gelibolu-Eceabat yolu yakınında, Eceabat merkeze 12 kilometre mesafedeki Akbaş mevkiinde, Yalova köyü ile Kumköy’e giden yola dönüldüğünde, bu yolun hemen sol yanında ve Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı sınırları dışında bulunmaktadır. İstanbul istikametinden bölgeyi ziyarete gelenler için ilk ziyaret noktası olabilir.
“Akbaş Şehitliği” adıyla bilinen bu şehitlik, aslında “temsili” bir şehitlik olup, 1000 metrekareden daha büyük olan bu alanı kaplamaktadır. Temsili olarak tasarlanan Akbaş Şehitliği, ilk kez 1945 yılında yapılmış, günümüzdeki haliyle 1992 yılında Kültür Bakanlığı tarafından yeniden düzenlenmiştir.
Asıl şehitlik alanı ise temsili şehitliğin karşısında, Yalova köyü ile Kumköy istikametine giden yolun sağ yanında, yol seviyesinden yaklaşık 10 metre daha yüksek bir alan üzerinde yer almaktadır. Neredeyse varlığı unutulmuş asıl şehitlik alanı, Temmuz 2008’de bu bölgede çıkan orman yangınında üzerini kaplayan bitki örtüsü ortadan kalkınca görünür hale gelmiş ve yeniden hatırlanmıştır.
Akbaş mevkii, Çanakkale Kara Muharebeleri’nin başladığı 25 Nisan 1915 gününden itibaren Kilye Koyu ile birlikte, bilhassa İstanbul’dan denizyolu ile cepheye sevk edilen asker, silah, mühimmat ve çeşitli malzemelerin karaya çıkartıldığı, dağıtımının yapıldığı önemli bir lojistik merkezdir.
Çanakkale Kara Muhare­beleri’nin başlaması ile birlikte, 19. Tümen’in sıhhiye bölüğü tarafından burada bir sahra hastanesi de kurulmuştur. Asıl şehitliğin bulunduğu alanın yaklaşık 300 metre kadar kuzeyindeki küçük vadi içinde kurulmuş olan bu sahra hastanesi, Arıburnu ve Anafartalar cephelerinde yaralanan ve çeşitli hastalıklara yakalanan askerlere hizmet vermiştir.
Daha iyi donanıma sahip hastanelerde bakımı ve bu nedenle sevk edilmesi gereken yaralı ve hasta askerler de yine buradan gemilere bindirilip, İstanbul’a gönderilmişlerdir. Esas itibariyle bir “sevk hastanesi” niteliğinde görev yapan Akbaş mevkiindeki sahra hastanesinde tedavileri sırasında veya düşmanın uçak ve denizaltı taarruzları sonucunda batan, hasar gören gemilerde şehit düşenler, asıl şehitlik alanında bulunan tek kişilik mezarlara gömülmüşlerdir. Etrafı taşlarla çevrelenmiş şehit mezarlarının bir kısmı, belirgin bir şekilde görülebilmektedir.
Milli Savunma Bakanlığı, Personel Dairesi tarafından hazırlanıp 1998 yılında yayınlanmış olan Şehitlerimiz adlı 5 ciltlik eserde yer alan bilgiler üzerinde yapılan araştırma sonucu, Akbaş mevkiinde hayatını kaybettiği belirtilen ve dolayısıyla buradaki şehitlikte gömülü olması kuvvetle muhtemel “648 şehit” askerimizin isimleri tespit edilmiş durumdadır.
Akbaş mevkiinde bulunan bir diğer önemli tarihi kalıntı, geçmişi antik döneme kadar uzanan Sestos (veya Sestus) kentidir. Akbaş Şehitliği’nin batısındaki Uluflu Tepe’nin eteklerinde yer alır. Stratejik bakımdan önemli bir mevkide yer alan şehir, İÖ 650’de Aioller tarafından bir Atina kolonisi olarak kurulmuştur. Kurulduğu dönemden İS 1400 yıllarına kadar çeşitli dönemlerde iskân görmüştür. İÖ 550’den İÖ 300’lerin ortalarına kadar tahıl yükleme merkezi olarak kullanılmış, Hellenistik ve Roma dönemlerinde önemini kaybetmiş, Justinianus (Jüstinyen) döneminde yeniden önem kazanmıştır.
Antik dönemde, doğu tarafında, boğaz kıyısında küçük bir limanının bulunduğu anlaşılmıştır. Şehrin hemen doğusunda yine Justinianus dönemine ait bir Bizans kalesi (Akbaş Kalesi) ve Osmanlı dönemine ait bir tekke bulunur. Akbaş Kalesi, Kültür Bakanlığı tarafından 14 Kasım 1980 tarihinde “arkeolojik sit alanı” olarak tescil edilmiştir.

Çarşaf


Türk Atasözü


Meksika Atasözü


Karadeniz Atasözü


Kızıldereli Atasözü


Karadeniz Atasözü


Çin Atasözü